Sevgiye ve Dostluğa Uzanan EL

O soğuk kış gecesinde, o sırlarla ve gizemlerle örülü Shoreditch Park’ın tamda orta yerinde ölüm uykusuna yatan o yaşam yorgunu Veysel Baba; yine o gece, orada bulunan çok iyi kalpli bir tilkinin yardımı sayesinde kurtulup hastahaneye kaldırıldıktan sonra artık yeni bir karar aşamasına gelmişti. Ve öncelikli olarakta kendi içinde bir arınma, bir özeleştiri sürecinden geçmeye karar verdi. Çünkü o yaşam yorgunu adamın hem duyguları kirlenmişti, hemde düşünceleri kirlenmişti.

Adam gerek o geceye dair, gereksede o gece o parkta yaşananlara dair bir takım şeyler hatırlamaya çalışsada bunda pek başarılı olamadı. Çünkü o geceye dair bazı sahneler hem çok silikti, hem çok buğuluydu ve hemde çok hayalimsiydi. Örneğin o yaşam yorgunu adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; bir takım pişmanlık dolu sözler vardı, bir takım teslimiyet dolu sözler vardı, bir takım yakarışlar vardı, bir takım haykırışlar vardı ve bir takım isyanlar vardı.

Ve o siyaset yorgunu adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; bir takım af dilemeler vardı, bir takım günah çıkarmalar vardı, bir takım özeleştiriler vardı, bir takım yenilgiler vardı, bir takım teslimiyetler vardı, bir takım hayal kırıklıkları vardı, bir takım unutulmuşluklar vardıi bir takım terkedilmişlikler vardı, bir takım hor görülmüşlükler vardı, bir takım ihanetler vardı, bir takım işkenceler vardı, bir takım acılar vardı, bir takım karanlık sahneler vardı, bir takım ruhsal boşluklar vardı, bir takım manevi yaralar ve çöküntüler vardı, bir takım gözyaşları vardı, bir takım bilinmezlikler vardı ve sonsuz bir yalnızlık vardı.

Ve yine o yalnızlıklarla boğuşan adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; soğukmu soğuk bir kış gecesi vardı, derin bir sessizlik vardı, ölümün o soğuk nefesi vardı, her an bu dünyayaya veda etmek vardı, her an o yarım kalmış hayallere veda etmek vardı, her an sahneden çekilmek vardı, her an oyunu bitirmek vardı, her an o son noktayı koymak vardı, her an perdeyi indirmak vardı, her an hayallere karışmak vardı ve her an sonsuz bir yolculuğa çıkmak vardı.

Ve yine o güzelim hayalleriyle yaşamaya çalışan adamın o soğuk kış gecesine dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; o çocukluk anıları vardı, o çocukluk günlerine dair o güzelim yaşanmışlıklar vardı, o güzelim hatıralar vardı, o masalımsı günler vardı, o küçük dağ köyü vardı, oradaki o doğal yaşam vardı, o sade yaşam vardı, o safiyane yaşam vardı, o günahtan arınmış yaşam vardı, dam başında masal dinlediği o muhteşem yaz geceleri vardı, o The Arabian Nights vardı, o The Thousand and One Nights vardı, o Heidi vardı, o Kibritçi Kız vardı, o Hayber Kalesi vardı, o Şahmaran vardı ve dere kenarında çamaşır yıkayan o köylü kadınlar vardı.Ve her seferinde:”Anne, çok üşüyorum!” dediğinde de; kendisini bir güzel ısıtan o melek yüzlü annesi vardı.

Sonra o yaşam yorgunu adamın hatırlamaya çalıştığı o silik sahneler arasında sanki o upuzun kuyruğuyla ve o yumuşacık tüyleriyle adeta kendisini ısıtmaya çalışan bir tilki vardı. Gerçekten varmıydı öyle bir tilki ve o iyi kalpli tilkimi kendisini kurtarmıştı.Hastahanedeki görevlilerden öğrendiği kadarıyla; o gece parkın hemen bitişiğindeki bir ankesörlü telefondan acil olarak ambülans istenmişti. Ve olay yerine giden ambülans görevlileri orada bir tilkiyle karşılaştıklarını söylemişler ve onun sayesinde de pakın içinde donmak üzere olan bir adamı farkedince de hemen onu kurtarıp buraya, yani bu hastahaneye getirdiklerini anlatmışlar.Gerek adamın o gece dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında adeta masallardan çıkıp gelmiş bir tilki vardı ve gereksede hastahanede çalışan o görevlilerin kendisine anlatmış oldukları o ifadeler arasında da bir iyiliksever tilki vardı. Gerçekten böyle bir tilki varmıydı ve o iyi kalpli tilki sayesinde mi bugün hala yaşıyordu? Ve o geceye dair bütün o hatırladıkları şayet doğruysa ve hastahane görevlilerinin de kendisine anlattıkları şayet gerçekse; o zaman o iyi kalpli tilkiye bir can borcu vardı ve o borç bir şekilde de olsa mutlaka ödenmeliydi.

Veysel Baba hastahaneden çıktıktan sonra öncelikli olarak kendisini bir özeleştiri süzgecinden geçirmeye karar verdi.Ve kendi içinde sevgi ağırlıklı, dostluk temelli bir manevi yolculuğa çıktı. Çünkü o yaşam yorgunu adamın geçmişte yaşamış olduğu o hayal kırıklıkları, o travmalar, o bir kenara itilmişlikler, o kullanılmışlıklar, o çıkarcı ilişkiler, o menfaat dolu yaklaşımlar, o sahte yaklaşımlar, o günahkar yaklaşımlar, o şeytanca arzular ve istemler artık onu böylesi bir karar almaya zorlamıştı.Ve artık bundan sonraki yaşamında o hüzün dolu keşkelere, pişmanlıklara ve yaşanmışlıklara daha fazla yer vermek istemiyordu. Ve bir takım içi boş hayaller içinde bütün bir yaşamını harcamak istemiyordu.Örneğin insanlarla olan o ilişkisine artık bir son verebilirdi ve tamamen içe kapanarak manevi bir arayış sürecine girebilirdi.Ve ancak bu sayede o çıkar temelli toplum yapısından veya o maddeci insan ilişkilerinden biraz olsun kurtulup; manevi yönü daha güçlü bir yaşam şekliylede aramış olduğu o sevgi temelli, o dostluk temelli yaşama bir geçiş yapabilirdi. Ve böylesi bir yolculuğa çıkarken de ona gerekli olacak tek şey ise; sabırdı, meşakkatti ve beklemekti. Çünkü sevgiye giden o yolun her dönemecinde, her kilometre taşında gözyaşı yüklü bir sabrın, bir meşakkatin ve bir hüznün olduğunu bütün tarih kitapları yazar.

O büyük düşünür Socrates: “Kendi içinde yolculuk yap! Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya şuurlu bakmanın yolu en başta bu iç yolculuktan geçiyor” derken; insanın bazı karar aşamalarında kendi iç dünyasında vicdan ağırlıklı manevi bir yolculuğa çıkması gerektiğine işaret eder. Ve böylresine duygu temelli, böylesine özeleştisi temelli bir yolculuk sayesinde de insan; hep varola gelen o doğruları, o gerçekleri daha farklı bir gözle kavrayıp anlamaya başlar.Ve yine bu sevgi temelli yolculuk sayesinde de insan günün birinde hep varola gelen o asıl söze ulaşır, o asıl kimliğini elde eder ve o asıl kişiliğini kazanır.Yani bir anlamda şuan tıpkı benim yapmaya çalıştığım giibi; maddeci bir bireyden, maneviyata değer veren bir bireye geçiş yapabilir.Ve bunu yaparken de sevgiyi, saygıyı, dostluğu ve kardeşliği hep ön plana çıkarması gerekir. Bir yanda sonsuz bir sevgi, bir yanda ebedi bir dostluk, bir yanda karşılıklı bir saygı, bir yanda barışı kutsayan bir kardeşlik ve bir yanda da hep var olan o vicdan muhasebesi, o özeleştiri süreci. İnsan bazen ikilem içine düştüğünde, bazen manevi bir boşluk yaşadığında, bazen o derin yalnızlıklara itildiğinde ve bazende yeni bir karar alma aşamasına geldiğinde hep sığınabileceği güvenli bir liman arar. Ve o güvenli limanda; çoğu zaman bizim o manevi dünyamızın asıl sahini olan o derin yalnızlıklardır, o sonsuz yalnızlıklardır. Çünkü insan gerçek bir anlamda manevi bir doyum yaşamak istiyorsa eğer; o zaman adına yalnızlık denilen ve birçok insanı da ürküten o yaşam şeklini asla dışlamaması gerekiyor.Çünkü düşünen bir insan için, manevi arayışta olan bir insan için ve kendi iç dünyasında yolculuğa çıkan bir insan için yalnızlık diye birşey asla söz konusu olamaz, olmamalıdırda. Yalnız kalmayı başarabilen insanlar ve kendi kendisine yetmesini bilen insanlar; o ebedi mutluluğa giden yolu ardına kadar aralarlar ve orada kendileri için sevgi dolu, dostluk dolu, barış dolu, kardeşlik dolu cennetten bir dünya inşa ederlerç

Henrik Ibsen: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır” demiştir ve devamında da: “Dünyada en güçlü insan; en yalnız durandır” demiştir.

Nietzsche ise: “Bir derin kuyuya benzer yalnızlık.Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, deyin bana kim çıkarabilir?” diyerek; olayı bir başka boyuta taşır.

Aldous Huxley ise: “Vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkumdur” derken; adına yalnızlık denen o ruh halinin günün birinde her insanın kapısını mutlaka çalacağını bir güzel anlatmak ister.

Jean de La Bruyere ise: “Yalnız kalamamak ne büyük bir talihsizlik” derken; insanların bazı hallerde o yalnızlığı ne kadarda aradıklarını anlatmaya çalışır.

Charles Bukowski ise: “Bu dünyada öyle büyük bir yalnızlıkı var ki; akreple yelkovanın ağır hareketinde görebilirsiniz” derken; yalnızlığı ne güzelde ifade eder.

Mark Twain ise: “En kötü yalnızlık, kendinle barışık olmamaktır” derken; asıl sorunlu yalnızlığın insanın kendi iç dünyasındaki o savaşlardan kaynaklandığını anlatmak ister.

Anton Pavlovic Cehov ise: “Kendini yalnız hisseden için her yer çöldür” der.

Jean de La Fontaine ise: “Ahmaklarla olmaktanda, yalnız kalmak daha iyidir” der.

Goethe ise: “Yalnızlık, tek kelime.Söylenişi ne kadar kolay.Halbuki yaşanması o kadar zordur ki” der.

Benjamin Disraeli ise: “En yalnız olduğumuz anda arkadaşlığı buluruz” der.

Descartes ise: “Yalnızlık, bir daha kırılmayacağın ve üzülmeyeceğin bir huzurdur.Onu çekilmez yapan tek şey ise ‘yenilmişlik’ duygusudur” der.

Alex Browning ise: “Okumak öğrenmeye yol açar, ama dehanın okulu yalnızlıkltır” der.

George Sand ise: “Sevilmeyen bir insan her yerde ve herşeyde yalnızdır” der.

Sidney Lovell ise: “Arada bir insan yapımı olmayan birşeye dikkatle bak; bir dağ, bir tıldız, akan bir nehrin kıvrımları. İşte o zaman bilgeliği ve sabrı göreceksin, daha da ötesi bu dünyada yalnız olmadığını” diyerek; aslında bir yaratıcıdan bahseder ve yalnızlık diye birşey olmadığını da yine bize hatırlatmak ister.

Epiktetos ise bu konuda şöyle der: “Geceleyin kapılar kapanıp da ışıklar söndüğünde; odamda yalnızım deme, yine yalnız değilsin.”

Bütün bu güzel sözlerden sonra insan neden hala yalnız olmaktan veya yalnız kalmaktan korkarki ve neden hala o asıl gerçeği bir türlü görmek istemez ki? Çünkü bazen insan, o boğucu kalabalıkların içinde bile yapayalnızdır. Ve insan, o boğucu kalabalıkların içinde bile bazen öylesine kayboluki; o anda neyin doğru neyin yanlış olduğunu veya neyin gerçek olduğunu, neyin hayal olduğunu bir türlü kavrayamaz. Ve o anda yakın çevresinde bazen evren hakkında, bazen kainat hakkında, bazen yaratılış hakkında, bazen doğanın sırları hakkında, bazen biz bütün canlılara yüklenen o şifre hakkında, bazen sevgi hakkında, bazen dostluk hakkında, bazen kardeşlik hakkında, bazen maneviyat hakkında, bazen yaşam hakkında ve bazende ölüm hakkında kendince bir cevap bulmaya çalışır. Ve bulamadığı zamanlarda da bazen kendisini tıpkı şuan benim yapmaya çalıştığım o derin yalnızlıklar içine hapseder. Ve böyleliklede o yalnızlık ortamlarında maneviyatın ne olduğunu, özeleştirinin ne olduğunu, vicdan muhasebesinin ne olduğunu, asıl sevincin ne olduğunu, asıl mutluluğun ne olduğunu, asıl huzurun ne olduğunu, asıl saadetin ne olduğunu, asıl kurtuluşun ne olduğunu, asıl sabrın ne olduğunu, asıl meşakkatin ne olduğunu, asıl iyiliğin ne olduğunu, asıl yardımseverliğin ne olduğunu, asıl güvenin ne olduğunu, asıl itimatın ne olduğunu, asıl acı çekmenin ne olduğunu, asıl çile çekmenin ne olduğunu, asıl gözyaşı dökmenin ne olduğunu, asıl açlığın ne olduğunu, asıl yoksulluğun ne olduğunu, asıl emek sömürüsünün ne olduğunu, asıl alınteri dökmenin ne olduğunu, asıl hırsızlığın ne olduğunu, asıl yalan söylemenin ne olduğunu, asıl günah işlemenin ne olduğunu, asıl sevap işlemenin ne olduğunu, asıl sevginin ne olduğunu, asıl dostluğun ne olduğunu yavaş yavaş anlamaya çalışır.Ve böyleliklede kendisine sevgi temelli bir dünya inşa etmeye başlar.Çünkü sevgi; yaşamın ta kendisidir ve doğanın asıl varoluş sebebidir.

Samuel Smiles sevgi konusunda şunu söyler: “Sevgi, kötülüğü yok ettiği gibi, iyiliği de yaymaktadır, katı kalpleri yumuşatmakta, insan doğasının en saf yönünü oluşturmaktadır.Sevgi, insanlığın dayandığı en büyük hakikattir.”

Paracelsus ise sevgiyi şöyle tarif eder: “Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan, hiçbir şey anlamaz. Hiçbir şey anlamayan değersizdir, oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür.”

Robert G. Ingersol ise şöyle der: “Sevgisiz bir saray, eski bir kulübeden farksızdır.İçinde sevgi olan küçük bir barakaysa, ruh için bir saraydır.”

Michael Dorris ise sevgiyi şöyle anlatır: “Yaşamlarımızın değişik aşamalarındaki o sevgi işaretleri farklılık gösterir; bağımlılık, ilgi, hoşnutluk, kaygı, sadakat, keder gibi; ancak yürekteki sevgi hiç değişmez.”

Andre Gide ise sevgi konusunda şunu söyler: “Sevmek, insanların birbirlerine bakmaları değildir, birlikte aynı yöne doğru bakmalarıdır.”

“Sevmekten sonra en büyük mutluluk, sevgiyi ifade etmektir.”

William Shakespeare ise sevgiyi şöyle anlatır: “Sevgi ektiğimiz yerde, sevinç büyür.”

“Amaç, sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır.”

“Yağmuru sevdiğini söylüyorsun; ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun.

Güneşi sevdiğini söylüyorsun; ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun.

Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun; ama rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun.

İşte bundan korkuyorum; çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.”

Sophokles ise: “Ben bu dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim” der.

Dostoyevski ise: “Sevginin bulunmadığı yerde, aklı da arama” der.

John Ruskin ise: “Sevgi ve beceri yanyana geldiğinde, muhteşem bir eserin ortaya çıkmasını bekleyin” der.

Ali ibn Abu Talib ise: “Sevgi, dostlara saygılı olmakla güçlenir” der.

Antole France ise: “İnsan, yanlızca sevdiği zaman kötülük etmez” der.

Erich Fromm ise: “Kendine karşı sevgi, başkalarını sevebilme yetisine sahip olanlarda görülür” der.

Leo Buscaglıa ise: “Sevgi, her zaman kolların açık duruşudur; sevgi için kollarınızı kaparsanız eğer, kendiniz dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz” der. Ve devamında da: “Verdikleri sevgiyi tam ölçüsünde geri almak isteyenler, ciddi düş kırıklığına uğrayacaklardır. Çünkü sevgi, eşit miktarlarda öl.ülüp dağıtılmaz” der.

Wolfgang Van Goethe ise: “İçinden şöyle bir etrafa baktı mı insan, sevginin nasıl hayat verdiğini öğrenir.”  “Tabiatın tacı sevgidir, ancak sevgi yoluyla ona yaklaşılabilir.Sevgi bütün varlıklar arasında uçurumlar yaratır, ama herşey birbiriyle kucaklaşmak ister; her şeyi bir araya çekmek için bribirinden ayırmıştır” der.

Albert Einstein ise: “Gençliğimizde, düşüncelerimizi oluşturan bütün konular sevgi ile ilgilidir, sonraları ise bütün sevgilerimiz, düşüncelerimiz olur” der.

George Sand ise: “Hangi acı, sevginin verdiği acıdan daha soylu ve daha değerlidir” der.

Spinoza ise: “Sevgi ne kadar büyükse, acısı da o kadar büyük olacaktır” der.

Budha ise: “İçinde sevgi barınan için, bütün dünya tek bir ailedir” der.

Herman Hesse ise: “Sevginin varlık nedeni, bizi mutlu kılmak değildir.Benim inancıma göre sevgi; acı çekmelerde, çilelere katlanmalarda ne kadar güçlü olduğumuzu bize göstermek için vardır” der.

Friedrich Schiller ise: “Sevgi, insanı birliğe; egoizm ise yalnızlıda götürür” der.

Empedocles ise: “Bazen sevgi sayesinde herşey birbiriyle birleşir, başka bir zamanda ise nefret yüzünden hepsi birbirinden ayrılır gider” der.

Constance Foster ise: “Sevgi bizi zamanın yıkımından koruyan, yıkılmaz bir kaledir” der.

Mawlana ise: “ İnsanların en kötüsü, sevmeyen ve sevilmeyendir” der.

Ve sen, ey Veysel Baba! Böylesine sevgi dolu güzel sözlerden sonra ve böylesine maneviyat yüklü sözlerden sonra bile; hala o gerçeği göremedin mi, hala o doğruyu göremedin mi ve hala o keşkeleri, o pişmanlıkları hayatından silemedin mi? Ve hala daha ne zamana kadar o yanlışlıklarını, o hatalarını devam ettireceksin? Ve daha ne zamana kadar o paranın esiri olacaksın, daha ne zamana kadar o eğlence dünyasına malzeme olacaksın, daha ne zamana kadar o gece hayatının içinde öylece yok olup gideceksin ve daha ne zamana kadar o kirli çarkın bir dişlisi olacaksın? Ve daha ne zamana kadar para-pul için, şan-şöhret için, köşk-saray için, mal-mülk için ocaklar söndüreceksin, emek hırsızlığı yapacaksın, savaş çığırtkanlığı yapacaksın, kan akıtacaksın, dayanılmaz acılara sebep olacaksın, insanlara bol bol açlık ve yoksulluk hediye edeceksin, insanlara bol bol gözyaşı armağan edeceksin ve hiç utanmadan da, hiç sıkılmadan da işlemiş olduğun o günahlara yeni yeni günahlar ekleyeceksin?

Ve sırf kendi kişisel çıkarın için daha ne zamana kadar sözde demokrasi havariliğine soyunacaksın ve bu uğurda yeni yeni savaşlar çıkaracaksın, yeni yeni ülkeler işgal edeceksin, yeni yeni sömürü alanları yaratacaksın, yeni yeni askeri darbeler organize edeceksin, yeni yeni oyunlar icat edeceksin ve yeni yeni yalanlar üzerine cehennemden bir dünya inşa edeceksin? Ve bu karanlık amaç uğrunada daha ne zamana kadar şu güzelim doğayı katledeceksin, iklim değişikliklerine sebep olacaksın, küresel ısınmaya sebep olacaksın, çevre felaketlerine yol açacaksın, doğal yaşam alanlarını yok edeceksin, hayvan katliamlarına göz yumacaksın ve bütün bir geleceğimizi daha şimdiden esir alacaksın?

Ve sen, ey Veysel Baba! Daha ne zamana kadar bu kirli senaryonun bir parçası olacaksın ve bütün bu olanlara öylece seyirci kalarak yaşanan bir felakete göz yumacaksın? Çünkü vakit hızla tükenmekte ve zaman da hızla eriyip gitmekte. Ve şu güzelim dünyamız, o sevgiden yoksun insanlar tarafından  adeta bir felakete doğru sürüklenirken; öylece bir kenarda oturmanın ve herşeye öylece seyirci kalmanın herhangi bir geçerli açıklaması veya mazereti olamaz, olmamalıdır da. Çünkü biz iyi kalpli insanların sayesinde ve biz sevgi dolu insanların sayesinde; bu dünya daha da bir güzelleşecektir ve dahada bir yaşanılası bir hale gelecektir.

Bütün bu mesajları bir bir algılamaya ve özümsemeye çalışan o yaşam vurgunu Veyse Baba; ilk önce kendi içinde bir manevi yolculuğa çıktı, sonra kendisini bör özeleştiri süzgecinden geçirdi, kendi ruhunu vizdan muhasebesine tuttu, sabretmeyi ve sabırla beklemeyi öğrendi, yalnızlığın ne olduğunu veya yalnız yaşamanın nasıl birşey olduğunu anlamaya çalıştı, geçmişse dair hatalarını masaya yatırdı, o yanlışlardan bir takım dersler çıkardı, geleceğe dair bir takım yeni kararlar aldı, asıl sevginin ne olduğunu öğrenmeye çalıştı ve asıl dostluğun nasıl birşey olduğunu anlamaya çalıştı.Ve daha sonrada kendisini bir takım yeni sevgilere, yeni dostluklara adamaya karar verdi.

Veyse Baba, artık içinde insanın olmadığı bir başka sevgiyi, bir başka dostluğu bulabilmek ümidiyle olsa gerek geceyi bekledi.Çünkü gerçek dostlar; tıpkı o yıldızlar gibidir ve onlar tıpkı bizim o iyi kalpli tilki dostumuz Sessiz Ayak gibi ancak karanlık çökünce ortaya çıkar. Çünkü en iyi dostlar; tıpkı o yıldızlqr gibi her zamanb görünmezler, ama onlar oralarda bir yerlerde o sırlarla ve gizemlerle örülü o Shoreditch Park’ın bit yerlerinde hep vardırlar ve bir gece vakti aniden ortaya çıkıp o yaşam yorgunu Veysel Baba’nın sona erdirmek istediği o hayatını bir güzel kurtarırlar.

Bütün bu yaşamı boyunca en büyük ihanetleri, en büyük aldatılmışlıkları, en büyük terkedilmişlikleri ve en büyük darbeleri hep insanlardan gören o yalnızlıkların adamı Veysel Baba; artık bundan sonraki yaşamında elinden geldiğince insanlara yer vermeyecekti, vermemeliydi de.Çünkü o artık çok yorulmuştu ve o yorgun haliylede yeniden insanların içine karışarak; onlardan aynı ihanetleri, aynı terkedilmişlikleri ve aynı unutulmuşlukları yeniden yaşamak istemiyordu.Ve bu düşünce içinde çoktandır beynini kurcalayan o gizemli dostunu, o iyi kalpli dostunu bulabilmek ümidiyle ve tüm sevgisini ona verebilmek düşüncesiyle bir gece yarısı evden çıktı ve o sırlarla ve de gizemlerle örülü o Shoreditch Park’ın yolunu tuttu. Çünkü onun o yorgun bedeninin hem sevgiye ihtiyacı vardı ve hemde güvenilir bir dostluğa ihtiyacı vardı.Ve o güvenilir dostlarda ancak geceleri ortaya çıkarlardı, tıpkı gökyüzündeki o yıldızlar gibi..