Sıradışı Bir Yaşam -1

Örnekleriyle birlikte bir bir anlatmaya çalıştığım bu iki değişik yaşam şekline karşılık; bir de arada kalanlar vardır, hangi tarafta olacağına karar verememiş olanlar vardır veya böylesi bir yaşama zorlananlar vardır. Çoğu zaman sıradışı bir yaşamı tercih eeden ve diğer insan grupları tarafından itici bulunan bu kategorideki insanlar; belki de en gizemli olanlardır, en anlaşılmaz olanlardır. Her zman en uçlarda yaşamayı seven, en isyankar olmayı seven ve sıradışı bir yaşamı her şeyin önüne koyan bu kategorideki insanlar; çoğu zamanda içinde bulundukları o toplum tarafından itici bulunup dışlanmışlardır.

Sıradışı bir yaşamı tercih edipte, kendisini o derin yalnızlıklar içine hapseden bu insanlar; kimi zamanda birçok sırrı, birçok gizemi ve birçok bilinmezliği de beraberinde taşırlar. Onlar için sıradışı olmak, en uçlarda yaşamak ve o derin yalnızlıklar içinde çile dolu bir yaşamı sürdürmek; adeta bir yaşam şekline dönüşmüştür, bir arayış şekline dönüşmütür, bir kinlik edinme şekline dönüşmüştür, bir tepki hareketine dönüşmüştür, bir isyan hareketine dönüşmüştür, bir protesto hareketine dönüşmüştür, bir sessiz çığlığa dönüşmüştür, bir arınma sürecine dönüşmüştür, bir çile çekme sürecine dönüşmüştür ve bir ibadet şekline dönüşmüştür.

Sıradışı bir yaşamı tercih edipde o derin yalnızlıklar içinde bir başına yaşamaya çalışan bu insanlar için Aldous Huxley bakınız ne söylemiştir, nasıl bir yorum getirmiştir :”Belki de insan sevilmediği için değil, sevgisine layık birisini bulamadığı için yalnızdır.”

Her zaman bir çoğumuzu ürküten ve bizleri adeta bir korku tünelinin içine atan o derin yalnızlık duygusu, o birbaşına kalma duygusu ve bir başına var olan o sorunlarla başa edememe duygusu; bazen birileri için o sonsuz özgürlüklere doğru açılan o gizem dolu yolun, o çile dolu yolun ve o gözyaşı yüklü yolun belki de tek kurtuluş şekli gibidir, tek çıkış yolu gibidir. Çünkü insanlar açısından böylesine sıradışı bir yaşamı tercih etmek ve o derin yalnızlıklar içinde öylece sürüklenip gitmek, o sonsuzluklara doğru yelken açmak; belki de en doğru seçenek olarak görülüp, kabul edilir. Çünkü o çile dolu yolun sonunda insanın kendisini bulması vardır, özbenliğine kavuşması vardır, yaşamın o sırlarını, o gizemlerini çözmesi vardır, maneviyete kavuşması vardır, ilahi sırrı keşvetmesi vardır, nirvanaya yükselmesi vardır, sonsuzluğa ulaşması vardır ve ölümsüzlüğe kavuşamsı vardır. Çünkü onlar açısından böylesine göz yaşı yüklü bir yaşamın sonunda insanın kendi kendine yetebilmesi vardır, insanın var olanla yetinmesi vardır, insanın kendisini sorgulaması vardır, insanın kendisini bir özeleştri süzgecinden geçirmesi vardır, insanın kendi kendisini fethetmesi vardır, asıl özüne kavuşması vardır, asıl kimliğine kavuşması vardır, asıl kişiliğini kazanması vardır, asıl hakikati görmesi vardır, asıl olana ulaşması vardır, asıl gerçekle yüzleşmesi vardır ve kendisini bir takım kişisel çıkarlardan soyutlaması vardır, bir takım içi boş yaşam şekillerinden kurtarması vardır.

Daha işin en başında sıradışı bir yaşamı tercih ederek; bir anlamda kendi kendisini o derin yalnızlıklar içine hapseden bu insanlar için en temel araçlardan birisi de ve en temel dayanaklardan birisi de sabırdır.çünkü sabır, kurtuluşun asıl anahtarıdır ve asıl dayanak noktasıdır. Çünkü sabır, önceleri zehir gibidir ama huy edersen bal olur. Eflatun:”İnsanın kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür” derken : insanın kendi kendini tanıyıp bilmesi ve kendindeki o cevheri farketmesini zafere giden o çile dolu yolun asıl kazanımı olarak görür. Ve bu noktada bir takım kolaycı yaklaşımlara, bir takım basit çözümlere veya bir takım teslimiyetçi düşüncelere asla izin vermemek gerekir. Çünkü böylesine sıradan yaşamalar, böylesine basit yaşamlar ve böylesine içi boşaltılmış yaşamlar; insanı asıl yenilgiye götüren en ucuz yaşam şekilleridir. Maneviyattan yoksun bir takım maddeci yaşam şekilleri; gerek yaşamın asıl özüne, gerek o var oluş sürecine ve gerekse de bizleri var eden o ilahi güce en büyük ihanettir, en büyük baş kaldırıdır. Çünkü maddeye değer veren ve her zaman maneviyatı dışlayan o yaşam şekilleri; en sonunda bizleri hiç istemediğimiz bir takım noktalara sürükleyebilir ve bizlere o günah işlemenin kapılarını ardına kadar açabilir. Gerek maddeye tapınma, gerek bir takım egolara yenilme ve gerek se de bir takım şeytani düşüncelerin esiri olma; her zaman bütün bir insanlığı çok büyük felaketlere sürüklemiştir ve hala da sürüklemeye devam etmektedir. O karanlık, her zaman aydınlıktan korkmuştur. Kötülük, her zaman iyilikten kaçmıştır. Nefret ve kin, her zman sevgiden kaçmıştır. Yalan, her zaman doğrudan kçmıştır. Savaş her zaman barıştan kaçmıştır. Düşmanlık, her zaman dostluktan ve kardeşlikten kaçmıştır. İnançsızlık, her zaman güçlü bir inançtan kaçmıştır. Maddeci bir yaşam, her zaman o manevi yaşamdan kaçmıştır. Ve umutsuzluk, her zaman ümitten kaçmıştır. Mevlana JaLaluddin-i Rumi şöyle der:

“Sıkıntılı zamanlarda sakın ümidini kesme, çalış , gayret göster. Göreceksin ki bir gün güneşli neşeli günler seni kucaklayacaktır. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel ve ümidini asla kesme .”

“Ümitsilik tarafına gitme. Ümitler vardır; karanlık tarafa gitme, güneşler vardır.”

“Ey oğul bağlanma hür olmaya bak, ne zmana kadar altın ve gümüşün esiri kalacaksın? Denizi bir kovaya boşaltmaya çalışsan da , kova bir günlük ihtiyacını alır ancak”

“Dünyalık akıl, duygu ve heveslerin esiridir, allh yolunda seni alıkoyan, yol kesicidir. Kargaların peşine takılıp giden canlar, yol alsalar bile ancak mezara varırlar.”

“Dünyalık insan, yoksul ve korkaktır, hızsızlardan korkması anlamsız dır, bak! Çıplak gelip çıplak gittiği halde dünyadan, ciğeri kanağlar, hep hırsızların korkusundan.”

“Binlerce tuzak yemleri vardır hayat yolunda. Ve biz heves içindeki  zavallı kuşalar gibiyiz. Binlerce tuzak olsa da adım başı yolda, sen bizimle olduktan sonra kaygı yoktur,  yolda.”

“Biz neyiz, içimizdeki nefes Sensin. Biz dağız, buna yansıyan ses sensin. Varlığımızda, havamızda armağanındır senin. Mevcudiyetimiz de icatlarındandır senin.”

“Cenazemi gördüğünde “ayrılık” diye feryat etme.

Neden güneşin ve ayın batışından şikayetçisin.

Madenki mezara indirilişimi seyrettin çıkışımı da gör.

Hangi tohum yere döküldü de çıkmadı gitti?”

 Tıpkı benim gibi sıradışı bir yaşamı tercih edenler ve o yalnızlık dolu dünyalarında bir başına yaşamaya çalışan bütün o insanlar; her zman o maddeye değer veren, dünya malına değer veren o içi boş kalabalıklardan, o umutsuz aşağılayan insanlarda hep kaçınmışlardır. Çünkü o maneviyattan yoksun insanlardan ve onların o maddeci yaşam şekillerinden, ben ve benim gibi sıradışı bir yaşamı tercih edenler her zaman uzak durmuşuzdur. O güzel insan, o değerli insan Charles Bukowski:” sürekli kalabalıkları arayanlardan sakının; tek başlarına bir hiçtirler.” Derken; sürekli kalabalık kalablık ortamlarda bulunmak isteyen kişilerin aslında yalnız kaldıklarında nasıl da sıradan bir objeye dönüştüklerini bir güzel anlatmak isterler. Çünkü bu tip insanlar yalnız kalmayı beceremezler ve yalnız kalmaktan hiç hoşlanmazlar. Çünkü kendi kendilerine yetebilme kapasiteleri hiç yoktur ve buzıflıklarını da o kuru kalabalıkların içine dalarak öylece gidermeye çalışırlar. Bu tür insanların gerek fikir üretebilme, gerek var olanla yetinebilme, gerek bir başına kaldıklarında o iç dünyalarında barışık bir şekilde yaşıyabilme,  gerek yaşamın asıl özünü kavrayabilme, gerek var oluş felsefesini kendince bir yorum getirebilme, gerek var olan sorunlara kendince bir çözüm üretebilme ve gerek se de bütün bir insanlık sevgiye dayalı, dostluğa dayalı, barıaşa ve kardeşliğe dayalı bir dünyayı inşa edebilme yetenekleri veya kabiliyetleri hiç yoktur. Ve bunun içinde bu tür insanlar swürekli bir şekilde o kalabalık ortamları arayıp dururlar ve o kalabalıkların içinde öylece sıradanlaşıp adeta yok olup giderler.

O değerli fikir adamı Diyojen:” dışarıdan güçlü görünüyor olabilirsin ama savaşalar içeride kazanılır” derken; asıl savaşların, asıl mücadelenin insanlığın kendi iç dünyasında verildiğini bir güzel anlatmak ister. Ve eğer, bir insan kendi iç dünyasında vermiş olduğu o zorlu savaşı günün birinde kazanıyorsa ve yaşamın asıl yüzünü çözebiliyorsa; işte o zaman o yıkılmaz sanılan bütün kalaler, bütün putlar bir bir yıkılıp adeta yerlebir olacaktır. Gerçekten de bu çok zorlu bir süreçtir ve bir o kadar da sabır isteyen bir süreçtir. Bu noktada beklemesini bilen ve gerekli olan o sabrı da göstermesini bile bir adama bütün dünya yol verir, yol gösterir. Ve belirli bi ramaç doğrultusunda  da çok kararlı bir duruş sergileyen bir insan içinde; yenilgi  diye bir kavrama asla yer yoktur. Çünkü malubiyet; bir başkalarının galibiyeti demektir, egemenliği demektir. Bir yanda ümitsizliği körükleyerek bütün bir dünyayı ateşe salmak isteyen insanlar, bir diğer yanda ise umudu taze tutup daha da bir yeşertmek isteyen insanlar. Bir yanda sabırsızca her işe atılan insanlar ve sorunlarını aceleyle çözmek isteyen insanlar, bir diğer ucunda ise sabretmesini bilen insanlar ve her işini de yavaş yavaş, ama sağlam bir şekilde yapmak isteyen insanlar.bir yanda o kuru kalabalıkların içinde öylece yitip giden ve kendileri için çıkış yoşu arayan insanlar, bir diğer yanda  ise kendi iç dünyalarında yaşamın o asıl özünü keşfetmeye çalışan ve tanrının o sonsuz cennetine ulaşmak içinde menvi bir yolculuğa çıkmış olan inssanlar. Bir yanda mala, mülke taptığı için bütün bir dünyayı felakete sürüklemek isteyen ve bu uğurda her yola baş vuran insanlar,bir diğer yanda ise malı, mülkü vede serveti ışlayan ve sevgiyi öne çıkartarak bütün bir dünyaya barışı, dostluğu ve kardeşliği armağan etmek isteyen insanlar. Bir yanda tüm çirkinlikleri tüm kötülükleri bu dünyada egemen kılmak isteyen indsanlar , bir diğer yanda ise tüm güzellikleri, tüm iyilkleri bu dünyada sonsuza değin yaşatmak isteyen insanlar. bir yanda zevk ve sefa iöindeki o sahte yaşamın, o günahkar yaşamın cazibesine kapılarak bütün bir dünyayı adeta bir yangın yerine çevirmek isteyen insanlar, bir diğer yanda ise var olanla yetinmesini bilen ve bütün o şeytani arzulardan arınmış bir şekilde bu dünyanın bütün acılarına otak olmaya çalışan insanlar. Ve birde bütün bu olan bitene bir anlamda seyirci kalıpta adeta tarafsız kalan insanlar, adeta vicdan muhasebesini yitirmiş olan insanlar.

Derle ki; büyük iskender bir gün o devasa ordusu ile sefere çıkarken yolda ihtiyar bir dadama rastlar ve hatırın sormak için yanına gider. Fakat ihtiyar adam hiç oralı olmaz ve Büyük İskender’i görmemezlikten gelir. İhtiyar adamın bu davranışı üzerine o büyük komutan çok öfkelenir ve hiddetle şöyle haykırır:

“Neden böyle gaflettesin, niçin beni gördüğün halde saygı göstermiyorsun? Unutma ki ben bütün dünyanın önünde saygıyla eğildiği Büyük İskender’im. Bütün insanlığın sığınağıyım, ülkeler fetheden kudretli ordulara sahibim.”

Büyük İskender’in bu hiddet dolu haykırışı karşısında, ihtiyar adam şu cevabı verir:

“Bütün bunların benim yanımda yarım arpa kadar bile bir değeri yoktur. Sen, bütün dünyanın kendine sığındığını söylüyorsun. Haşa! Sen sadece beşeriyet tarlasında bitmiş bir taneden ibaretsin. Her saat senin gibi yüzbinlerce tane insanlık tarlasında bitiyor ve kısa bir süre sonra da gidiyor.

Söylediğin gibi, ben gafil biri değilim. Belki senden daha akıllıyım. Ben herşeyin fani olduğunu bildiğim için bu hüzün verici harabede o neticeyi bekliyorum. Asıl gafil olan sensin ki, zenginlik ve servet için iki günlük ömrüne mağrur oluyorsun.

Madem ki neticesi ayrılıktır, öyleyse halkın arasına karışmanın da bir faydası yoktur. Sen, benim kölem olan o hırsın, o tutkunun esirisin. Durum böyle olunca, benimle eşit olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Sen, benim kölemin kölesisin!”

Büyük iskender böylesine bilgi, böylesine maneviyat yüklü ve böylesine anlamlı bir cevap karşısında şöyle bir vasiyette bulunur:

“Halkın, bu dünyadan benim hiçbirşey almadığımı görmesi için iki elimi tabutun dışında bırakın.”

Yüzlerce yıl öncesinde yaşanmış olan böylesine mana yüklü, böylesine derinlik yüklü ve böylesine mesaj yüklü bir olaydan hepimizinde çıkaracağı bir takım dersler olmalı. Madem ki, adına yaşam denilen bu çile dolu yolun en sonunda bir yerlerde o malum son bizi bekliyorsa eğer; o zaman bütün bu uğraşlara, çabalara, hırslara, servetlere, donanımlara, kazanımlara, altınlara, incilere, elmaslara, zümrütlere, yakutlara, yeşimlere, saraylara, köşklere, villalara, çiftliklere ve o masalımsı yaşamlara, o büyülü yaşamlara, o gösterişli yaşamlara, o şanlara, o şöhretlere, o savaş çığırtkanlıklarına, o doğa katliamlarına, o hayvan katliamlarına, o insan katliamlarına, o çevre felaketlerine, o iklim değişikliklerine, o servet avcılıklarına, o para savaşlarına, o kirli senaryolara, o açlıklara, o yoksulluklara, o esir edilmiş yaşamlara, o medeniyetler arası çatışmalara, o dinler arası çatışmalara, o mezhepler arası çatışmalara, o sonu gelmez soygunlara, yalanlara, talanlara ve o kıyamet senaryolarına ne gerek vardır?

Madem ki, bu işin sonunda bir yerlerde adına ölüm denilen o malum son bizi bekliyorsa eğer ve bize en güzel sürprizini yapacaksa eğer; o zaman adına hırs denilen, arzu denilen ve tutku denilen o şeytani istemlerimizin veya o günahkar istemlerimizin neden hala esiri olmaya devam etmekteyiz? Ve o lanet olası hırslarımıza yenik düşüpte bütün bir dünyayı adeta bir yangın yerine çevirmekteyiz?

Ve Veysel Baba olarak,o sırlarla ve gizemlerle örülü Shoreditch Park’ın hemen yanındaki o çile hanemde inzivaya çekilmiş bir şekilde kendimce birşeyler yazıp karalamaya çalışmaktayım. Ve diğer bir taraftanda günümüz dünyasında yaşanan o olumsuzluklara, o duyarsızlıklara karşı insani bir mesaj mermeye çalışmaktayım. Ve ayrıca adına yalnızlık denilen o manevi dünyamda yaşamın asıl sırlarını, asılgizemlerini çözmeye çalışmaktayım. Benim, acı çekmiş bir insan olarak bu noktaya gelebilmem ve adına yalnızlık denilen sıra dışı bir yaşamı tercih edebilmem her açıdan çok zorlu bir süreçti ve bu uğurda birçok bedellerin ödenmesi gereken bir süreçti.

Veysel Baba olarak bütün bir yaşamımın en güzel dönemlerini o çocukluk yıllarıma dair olan bütün o masumane yaşanmışlıklardır. Doğduğum o küçük dağ köyünde yaşayan bütün insanların o duyguları, o düşüceleri bugünkü gibi daha henüz kirlenmemişti. O dönemlerde daha henüz aşırı rekabet gibi, hile gibi, oyun gibi, hırs gibi, açgözlülük gibi, rakibe çelme gibi, yalan gibi, iftira gibi ve birtakım şeytani arzular veya istemler daha henüz benim doğduğum o küçük dağ köyüne pek uğramamıştı. Veya ben, o çocuksu gözlerle etrafımda yaşananları bu şekilde görüp yorumlamaya çalışmıştım. Daha henüz radyonun, telgrafın ve elektriğin hiç girmediği bir dağ köyünde başka ne olabilirdi ki,başka ne tür kötü düşünceler veya alışkanlıklar olabilirdi ki?

Doğduğum o köyde bütün o çocukluk yıllarım, bütün o yaşadıklarım ve bütün o gördüklerim gerçektende çok güzeldi ve tıpkı hayalden öte masalımsı bir şeylerdi. Örneğin bir ay tutulması olduğunda veya bir güneş tutulması olduğunda bütün köylüler hep birlikte evlerinin damına çıkarlardı. Köyün erkekleri bir yandan ellerindeki o tüfeklerle havaya ateş ederlerken, bir diğer yandan ise köyün kadınlarıda yüksek sesle bağırırlardı. Ve bu olay esnasında biz çocuklara verilen görev ise teneke çalmaktı. Gerek benim yaşadığım o köydeki insanların, gerekse komşu köylerde yaşayan diğer bütün insanların inancına göre; bu bir kutsal vazifeydi ve özelliklede ay tutulması sona erdiğinde de; bütün köylüler bunun kendi çabaları sayesinde gerçekleştiğine inanıyorlardı. Çok eski tarihlerden günümüze kadar gelen bu tür inançlar veya gelenekler günümüz dünyasında çok saçma bir davranış şekli gibi görünsede veya öyle algılansada; hala günümüz dünyasında ve özelliklede teknolojinin daha henüz tam anlamıyla ulaşmadığı bazı yerlerde bu tür inançlar veya gelenekler bir şekilde de olsa yaşamaya devam etmektedir.

Örneğin benim o çocukluk yıllarıma dair anılarımın içinde; geceleri ve özelliklede o sıcak yaz gecelerinde evimizin o topraktan yapılmış damında uyumak ve gökyüzündeki o yıldızlara bakarak hayaller kurmak gerçektende çok güzeldi. Gökyüzündeki o milyonlarca yıldızın parlaklığı, canlılığı ve adeta göz kırpar gibi öylece yanıp sönmeleri ne kadar da masalımsı bir şeydi. Yıldızlar o halleriyle sanki bana birşeyler anlatmak ister gibiydiler, sanki bana bir mesaj vermek ister gibiydiler ve sanki benimle arkadaş olmak ister gibiydiler.

Ve yine benim o çocukluk yıllarıma dair anılarımın içinde; evimizin bahçesindeki o armutları yemeye gelen ayıları korkutmak için babamla birlikte nasıl nöbet tuttuğumuzu da bir güzel hatırlarım. Ve o nöbet esnasında babamın bana anlatmış olduğu o masalları dinlemek ve o sıcak yaz gecelerinde o güzelim masalların içinde öylece hayaller kurmak ve öylece uykuya dalmak gerçekten de çok güzeldi. İnsanları ve özelliklede çocukları bir hayal deryasının içine çeken o güzelim ‘Arabian Nights’ ve o harikulade ‘The Thousand and One Nights’ adındaki masallardan ilk defa o çocukluk yıllarımda haberdar olmuştum. O sıcak yaz gecelerinde çöllerde bir vaha kenarında konaklayan ve o harikulade yıldızların altında derin bir sohbete dalan o kervancıların bir ürünü olan o güzelim Binbir Gece Masalları’nı yine sıcak bir yaz gecesinde ayı nöbeti tutarken babamın ağzından dinlemek adeta hayalden öte bir şeydi.

Ve yine benim o çocukluk yıllarıma dair hatıralarımın içinde; evimizin dört bir yanında öylece dolaşıp duran o tilkileri, o tavşanları, o vaşakları, o yaban kedilerini, o yaban domuzlarını, o kurtları, o ayıları, o geyikleri ve o dağ keçilerini unutmam mümkün mü? Ve hatta bir keresinde yakaladığım bir çayır yılanını kemer sanıp belime bağladığımı  bugün düşündüğümde, o günkü hareketimin ne kadar da safiyane olduğunu şimdi daha bir anlamaktayım. Ve bazende ceviz ağaçlarına tırmandığımı ve o ceviz ağacının dalları üstünde korkusuzca uyuduğumu da bir güzel hatırlarım. Ve yine birgün ormanlık bir alanda şöyle irice bir ayıyla karşılaşmam ve onunla göz göze geldiğim o günü hiç unutamam. O anda o güzel ayının sanki beni görmemiş gibi benim yanımdan öylece geçip gitmesini de hiç unutmam mümkün mü?

Ve benim o çocukluk yıllarıma dair anılarımın içinde; bazen çok küçük yaramazlıklarda vardı. Örneğin o yaz gecelerinde birkaç çocuk bir araya gelip diğer bahçelerden salatalık gibi, kavun gibi, karpuz gibi meyvaları birbir aşırıp bir güzel yediğimizi de daha dün gibi hatırlarım. Yaz aylarında hep birlikte yaylalara çıktığımız o dönemlerde hayvanları otlattığımız o dönemleri ve güzelim dağ mantarlarını topladığımız o güzel günleri unutmam mümkün mü? Biz alevilerce kutsal kabul edilen o ziyaret yerlerine gitmek ve oralarda topluca kurban kestiğimiz o günler hala hafızamda geniş yer tutmaktadır. Ve o kurban merasimi sırasındaki köylülerin o çığlıkları, o haykırışları, o yakarışları ve o matemsi göz yaşları ne kadar da doğaldı ve beni ne kadar da ürkütüp, korkutmuştu. Ya köyümüzün etrafını çeviren o heybetli dağların en ulaşılmaz zirvelerinde öylece özgür bir şekilde dolaşıp duran ve o dağ yamaçlarında bir şekilde yaşamaya çalışan o kutsal kabul edilen geyiklere duyduğumuz o sevgi ve saygı ise bir başka güzellikteydi. Ve alevilerce kutsal kabul edilen o güzelim geyiklere duyulan o saygıdan dolayıda hiç kimse onları vurmazdı, vuran köylülerde dışlanırdı. Bütün bu inanç biçimleri, doğayla içiçe yaşayan toplumlarda en temel kurallardan biridir ve onlara da atalarından adeta miras kalmış bir yaşam biçimiydi, bir inanç şekliydi, bir doğa kuralıydı.

Ve yine benim o çocukluk yıllarıma dair o masalımsı günlerimin içinde; o kış ayları da çok ayrı bir yer tutar. Benim doğduğum o köy, bir dağ köyü olduğu için; oralarda kış ayları çok çetin geçerdi. İnsanlar, kış ayları gelmeden önce çok büyük hazırlık yaparlardı. Gerek kendileri için ve gereksede ahırlarındaki o hayvanlar için daha yaz aylarından itibaren yiyecek gibi, ot gibi, saman gibi bir takım şeyler depolanırdı. Daha ulaşımın olmadığı, daha elektriğin olmadığı bir dağ köyünde kış ayları gerçekten de çok zor geçerdi. Sonbahar mevsimi geçipte kış ayları başlar başlamaz kar yağışı başlar ve köyün dış dünyayla bütün ilişkisi kopar. Beş, altı ay kadar süren kar mevsiminde insanlar tamamen eve kapanırlar ve okuma yazma bilen insanlar bazen ellerindeki o kitaplardan, bazende akıl dağarcığındaki o ezberlerden çeşitli hikayeler, masallar ve yaşanmış bir takım anılar anlatmaya başlarlar. Kış aylarında neredeyse iki metreyi bulan o karın altından tünel kazıpta ahıra gittiğimiz ve ahırdaki o hayvanları beslediğimiz o güzel günleri hiç unutamam. Bazen evin damına çıkıpta hep birlikte orada biriken o karları kürediğimiz o günler şimdi bana bir masal gibi gelmekte. Ve hele donmuş olan obembeyaz karların üstünde öylece oynadığımız ve köyün diğer çocuklarıyla birlikte öylece yuvarlanıp durduğumuz o çocukluk yılları ne kadar da masalımsıymış ve ne kadar da hayalden öte bir şeymiş.

Benim o safiyane ve o günahtan arınmış o çocukluk yıllarıma dair en değerli anılardan biride ve bende çok büyük iz bırakan olaylardan biri de; ben daha henüz dört veya beş yaşlarında iken yaşamış olduğum bir olaya dair olanlardı. O gün annem, köyün diğer kadınları ile birlikte evimizin yakınından geçen o dere kenarında çamaşır yıkamaktaydı. Bir yanda ateşin üstündeki o büyük kazanlar, bir yanda onların içinde öylece fokur fokur kaynayan sular, bir yanda göğe doğru öylece yükselen dumanlar, bir yanda çamaşır yıkayan kadınlar, bir yanda türküler eşliğinde dereden su taşıyan genç kızlar, bir yanda oradaki o doğal ortam, bir yanda köylü kadınların o yardımlaşması, o örnek dayanışması, bir yanda yanan o ateşler, bir yanda çılgınlar gibi öylece akıp duran bir dere ve bir diğer yanda ise annemin beni yıkamak için bir güzel soyduktan sonra orada bulunan yassı bir sal taşının üzerinde yıkaması. Ve ben o gün o dere kenarında, o sol taşının üstünde nasılda çaresiz bir şekilde kaldığımı ve onca kadının ortasında nasılda tir tir üşüdüğümü daha dün gibi hatırlarım. Ve ben, o soğukta tir tir titrerkenve her seferinde:”Anne, çok üşüyorum!” dediğimde, annemin orada bulunan o sıcak su dolu kazandan bir tas su alıp öylece başımdan aşağıya döktüğünü ve beni bir güzel ısıttığı o anı da hiç unutamam. Ve ben, o küçük sal taşının üzerinde her sefer üşüdüğümde; annemin sanki yardımsever bir melek gibi bir tas sıcak suyla beni bir güzel ısıtması, benim o küçük hafıza dünyamda epeyce bir yer etti.

Ve özelliklede o olaydan sonra geçirmiş olduğum bir takım ateşli hastalıklar, bir takım ani bayılmalar, bir takım sara benzeri bayılmalar, bir takım travma benzeri korku nöbetleri ve bir takım bedensel rahatsızlıklar; gerek benim o zayıf düşmüş bedenimde ve gereksede o ruhsal dünyamda çok kalıcı bir takım hasarlara yol açtı. Örneğin hala her banyo yaptığımda ve her üşüdüğümde; o küçük dağ köyünü hatırlarım ve o dere kenarındaki o çaresiz halimi hatırlarım. Örneğin tek başına banyo yaparken titremeyle birlikte bir korku hali, bir çaresizlik hali bütün bir bedenimi sarar ve o anda gözlerim kararır, öylece düşüp bayılırım. Ve o bayılma esnasında dere kenarında çamaşır yıkayan o kadınlar gelir gözlerimin önüne ve annemin bir tas sıcak suyla beni ne güzelde ısıttığını hatırlarım. Banyodaki o bayılma anlarımda hafızamın bir yerinde öylece duran o olay sanki bir film şeridi gibi gelip geçer gözelrimin önünden. Bezen saatlerce o banyonun içinde öylece bayılmış  bir şekilde yerde yattığım o anlarda bile; hayal meyal bir takım şeylerin bir bir gözlerimin önünden gelip geçtiğini hatırlarım. Ve her bayılma anımda, her korku nöbetimde ve kendimi her yalnız hissettiğimde de; yine o küçük dağ köyünü hatırlarım, oradaki  o masumane yaşanmışlıkları hatırlarım, annemin adeta kurtarıcı bir melek gibi beni ne güzelde ısıttığını hatırlarım.

Ve yine her korku tünelinden geçtiğimde ve her ruhsal travma anında o çocukluk yıllarımı hatırlarım, o yıllarda yaşanmış o olayları hatırlarım, o güzelim anıları hatırlarım, bahçelerde meyva çaldığımız o anları hatırlarım, o kış  aylarını hatırlarım, o bembeyaz karları hatırlarım, karların altında tünel kazdığımız o günleri hatırlarım,  kış aylarında o sıcak evimizde büyüklerden masal dinlediğimiz o saatleri hatırlarım, o ilkbahar aylarında yaşanan o coşkuyu hatırlarım, karların nasıl eridiğini hatırlarım, doğanın nasıl hatırlarım, göçmen kuşların nasıl üstümüzden gelipte geçtiğini hatırlarım, çiçeklerin nasılda rengarenk açtığını hatırlarım, herşeyin nasılda kış uykusundan uyandığını hatırlarım, derelerin ve çayların nasıl coşkulu bir şekilde akıp durduğunu hatırlarım, o sıcak yaz aylarını hatırlarım, geceleri o güzelim yıldızların altında damda uyuduğumuz o masalımsı günleri hatırlarım, gökyüzündeki o yıldızlara bakarak hayaller kurduğumuz o geceleri hatırlarım, babamın bize anlattığı o Binbir Gece Masalları’nı hatırlarımi, Ali Ibn Abu Talib’in o kahramanlık dolu hikayelerini hatırlarım, Abu Muslim Horasani’nin o cengaverliklerini hatırlarım, Kaf Dağı’nı hatırlarım ve Kaf Dağı’nın ardındaki masalımsı dünyayı hatırlarım, yılanlar şahı Şah Moran’ı hatırlarım, Zaloğlu Rüstem’i hatırlarım, Lokman Hekim’i hatırlarım, Hızır Peygamberi hatırlarım ve köydeki o geyikleri, o dağ keçilerini, o ayıları, o kurtları, o vaşakları, o yaban kedilerini, o tilkileri, o yaban tavşanlarını, o gelincikleri, o kirpileri, o sincapları, o inekleri, o öküzleri, o koyunları, o keçileri ve o atları, o eşekleri hatırlarım. Ve her sefer üşüdüğümde, her sefer yalnız kaldığımda, her sefer çaresiz düştüğümde ve her sefer “Anne, çok üşüyorum!” dediğimde: o melek yüzlü annemin nasılda beni bir tas sıcak suyla ıslattığı o anı hatırlarım.