Sıradışı Bir Yaşam -2

Her insanın geçmişine dair ve özellikle de o çocukluk yıllarına dair iyi, kötü birçok anısı, birçok yaşanmışlıkları mutlaka vardır. İnsanlar çoğu zaman o anılarıyla yaşarlar. O anılarından destek bulurlar ve o anılarından noral kazanarak geleceklerine yön verirler. Çünkü insanı insan yapan ve ona bir değer kazandıran asıl unsur, asıl öge veya asıl dayanak noktası yine o anılardır, yine o özgeçmiştir. Çünkü insan, o anılarıyla var olur, o özgeçmişiyle var olur. İnsana bahşedilen o yaşam, geçmişinden ayrı düşünülemez. İnsanın geleceği bir anlamda o güzelim geçmişinde saklıdır ve orada anılarla dolu, yaşanmışlıklaral dolu ve de bir yığın tecrübeyle dolu bir özgeçmiş vardır. İnsanlar bazen sıkışıtıkları anda, bazen moral bulmak istedikleri anda ve bazen de bir duygu yoğunluğu yaşamak istedikleri anda hep o anılarına sarılırlar, hep o özgeçmişlerine sarılırlar. Ve hep masumane çocukluk yıllarına geri dönerler. Ve o anda da gözleri dolu dolu olur, bir duygusallık ortamı o anda bütün bir bedenlerini öylece sarmalayıp durur.

Önce o fedakar annelerini hatırlarlar, sonra babaları aklına gelir ve daha sonra da varsa eğer o güzel kardeşlerini bir güzel hatırlarlar. Son ilk yürüme başladıklarıo an, ilk konuşmaya başladıkları o an, ilk okula başladıkları o an, o okul sıraları, o okul arkadaşları, o güzelim öğretmenleri, o doğum partileri, o gençlik yılları, o ilk aşk oyunları, osevgi kaçamakları, o küçük yalanlar, o aldatmalar, o ihanetler, o terkedilmişlikler, o uykusuz geceler, o yıkılmışlıklar, o tükenmişlikler ve acı tatlı bir sürü anı, bir sürü yaşanmışlık o anda tıpkı bir film şeridi gibi öylece gözlerinin önünden gelipte geçer. Ve kısa bir duygu yoğunluğundan sonra da o anılardan, oyaşanmışlıklardan bir takım dersler çıkararak yoluna devam eder. Çünkü geleceğin o gizemleri aslında insanın o özgeçmişinde saklıdır ve insan o özgeçmişiyle bir değer bulur.

Ve şimdi bende düşünüyorum da, benim iyi kötü birçok anıyla dolu özgeçmişim, o çocukluk yıllarım ne kadar da güzelmiş, ne kadar da masalımsıymış ve ne kadar da hayalden öte birşeymiş. Ve daha henüz elektriğin, radyonun, gramofonun, kasetçaların, telefonun veya televizyonun olmadığı o küçük dağ köyündeki yaşam gerçekten de çok doğalmış ve o kadar da masumaneymiş. Adeta bir masal gibi, bir rüya gibi geçen o çocukluk yıllarım benim o duygu dolu güzel dünyamda her zaman en güzel yerini almıştır. Ve almaya da devam edeceklerdir. Çünkü daha henüz tenolojinin ulaşmadığı o yıllarda, daha henüz o köyde yaşayan insanların o güzelim duyguları ve düşünceleri hiç kirlenmemişti.ve o yıllarda, o küçük dağ köyünde yaşayan o insanlarda daha henüz o şeytani arzular veya istekler devreye girmemişti.ve yine o yıllarda adına rekabet denilen o açgözlü istemler daha henüz o köyün sınırlarına dayanmamıştı. Ve yine o yıllarda adına mal edinme gibi, sermaye edinme gibi, zengin olma gibi, mala mülke tapınma gibi bir takım kapitalist istemler veya yaklaşımlar daha henüz o küçük dağ köyünü dört bir yandan kuşatmamıştı.

Ve benim bir çocuk olarak altı yılımı tıpkı bir masal gibi geçirmiş olduğum o küçük dağ köyündeki yaşamım günün birinde babamın vermiş olduğu ani bir kararda öylece sona ermiş oldu. O yıllarda yaşanan bir takım ekonomik sebepler ve bir takım ailevi sorunlardan dolayı olsa gerek babam böyle bir karar almıştı. O sıralarda beni çok üzen bu karardan sonra bizler  aile olarak o güzelim köyümüzü terk edip, şehire göç etmek zorunda kaldık. Ve artık benim için o çocukluk günlerimi geçirdiğim o güzel günler, o masalımsı günler çok gerilerde kalmış gibiydi ve de sanki masallara konu olmuş olan o gizemli Kaf Dağ’ının ardında ardında bir yerlerde saklı kalmış gibiydi.ve hatta ben,köyün çıkışındaki o tepeden son bir kez çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği o köyümüze baktığımda, nasıl da üzüldüğümü ve nasıl da ağladığımı daha dün gibi hatırlarım.çünkü benim çocukluğuma dair en güzel anılarım, en güzel hatıralarım ve en mutluluk verici yaşanmışlıklarım hep o küçük dağ köyünde geçmişti.Ve işte bütün bunlardan dolayı da gerek benim o çocukluk yıllarıma dair anılarım ve gerekse de o köyde yaşamış olduğum o güzel günlerim, hala benim o hayal dolu iç dünyamda en güzel yerini korumakta.

Ve ben, daha henüz altı yaşında iken ailemle birlikte yeni bir yaşam yolculuğuna çıktığımız o süreçte ilk arabayı, ilk otobüsü, ilk kamyonu, ilk traktörü, ilk asfalt yolu, ilk trafik lambasını, ilk otogarı, ilk treni, ilk tren istasyonunu, ilk kaldırımı, ilk polis noktasını, ilk elektrik direğini , ilk elektrik lambasını, ilk telgraf direğini, ilk telefonu, ilk radyoyu, ilk gramofonu, ilk  kaset çaları, ilk postahaneyi, ilk sinema salonunu, ilk hastahaneyi, ilk doktoru, ilk dişçiyi, ilk bakkalı, ilk manavı, ilk kasabı, ilk lokantayı, ilk terziyi, ilk berberi, ilk ayakkabı boyacısını ve ilk parayı işte o yolculuk sırasında görüpte tanıdım. Ve büyük bir şaşkınlık içinde de ben, bir dünyadan sanki bir başka bir dünyaya geçmiş gibiydim.

Ve daha sonra ailece hep birlikte o tren istasyonundaki o bekleyişimiz, trene binişimiz, trenin o hareket edişi, gitgide daha da hızlanışı, o karanlık tünellerden geçişi, çıkardığı o heyecan verici sesi ve her istasyonda insanların binip, inişi gerçekten de bana çok heyecan verici gelmişti. O ana kadar hehangi bir arabaya ve trene binmemiş biri olarak ben, söz konusu bu tren yolculuğu esnasında sanki bir başka aleme doğru gidiyor gibiydim. Ben, gizemli bir yolculuğa çıktığımı düşündüğüm o anda, trenin camından dışarıyı seyretmenin ve birtakım yeni yerleri görmenin ne kadar da güzel olduğuınu farketmiştim. Gerçekten de o dağları, o ovaları, o tarlalarıo, o ormanları, o nehirleri, o köprüleri, o köyleri, o kasabaları, o şehirleri ve o tren istasyonlarını bir bir görmek ve tanımak çok ama çok güzeldi. Dışarıda hayvan otlatan o çobanlara ve tarlalarda çalışan o güzel köylülere el sallamakta bir başka güzeldi. Ve neredeyse iki gün süren o tren yolculuğu esnasında gerek bütün o gördüklerim, gerek bütün o yaşadıklarım ve gerekse de tren içindeki o yaramazlıklarımda; benim o sınırsız hayal dünyamda çok derin izlere yol açtı ve bende çok büyük değişimlere neden oldu.

Fakat daha henüz altı yaşında olan ve o yaşına kadar köyünden dışarı hiç çıkmamış bir çocuk için; bu tren yolculuğu ile birliktede bir zamanlar köyünde yaşamış olduğu o güzel günlerinin, o masalımsı günlerin artık çok gerilerde kaldığı ve bundan sonraki yaşamında birçok acıların yaşanacağı, birçok dıramların gelip onun kapısını çalacağı nereden bilebilirdi ki.

Ve sözkonusu bu tren yolculuğu ile birlikte gerçekten de o rüya dolu günler, o masal dolu günler; o küçük çocuk için artık çok gerilerde kalmıştı. Ailenin reisi tarafından verilmiş olan böylesi bir karar hem o aile üzerinde, hem o küçük çocuk üzerinde çok olumsuz gelişmelere yol açacaktı. Ve açtı da.

Çünkü onların yeni taşınmış oldukları o şehirde ilk olarak, onların karşısına bir dil sorunu çıktı. Evin babası dışında hiç kimse daha henüz yeni taşınmış oldukları o  şehirdeki dili konuşmuyorlardı. Ve bundan dolayı da o şehirde yaşayan insanlar o küçük aileye daha farklı bir gözle bakıyorlardı. Ve onlara yabancı muamelesi yapıyorlardı. Sokata oyun oynayan diğer çocuklarda, o küçük çocukla arkadaşlık yapmıyorlardı ve onu dil bilmediği için olsa gerek aralarına dahi almıyorlardı.Fakat o küçük çocuk önündeki o engelleri, o sorunları birkaç ay içinde birbir aştı ve okuduğu o ilkokulun en başarılı öğrencilerinden biri oldu. Ve hatta ilkokullar arasında her sene geleneksel olarak düzenlenen o bilgi yarışmalarında da birçok birincilikler aldı. Ve ayrıca onun bu başarılarına, spor dallarında elde etmiş olduğu bir takım yeni başarılar, bir takım yeni birincilikler daha eklendi. Artık onu hiç kimse durduramıyordu.o küçük çocuk önündeki o dil sorununu çözdükten sonra adeta bilgiye aç bir insan gibi herşeyi merak ediyordu, herşeyi öğrenmek istiyordu ve yeni yeni bilgilere ulaşmak istiyordu.

Fakat o küçük ailenin karşısına bu seferde etnik sorun çıkardılar, bir takım mezhepsel sorunlar çıkardılar. O ülkede yüzyıllar boyunca yaşanmış olan ve birçok acılara birçok dramlara yol açmış olan bu tipteki sorunlar; en sonunda o küçük aileninde kapısını çalmıştı işte. Bunda ve bu durumun oluşmasında o ailenin bir suçu veya bir günahı hiç yoktu ve olamazdı da. Çünkü onların o dili, o etnik yapıları ve o mezhepsel inançları onlara atalarından kalmış bir mirastı. Bütün bunlar adeta kültürün fışkırdığı o kutsal topraklarda ve adeta medeniyetlere beşiklik yapmış olan o kültür mozaiğinde hala varlığını korumaya devam etmekteydi. Ve bunu fırsat bilen  bir takım siyasi oluşumlarda, bir takım dini dini gruplarda; böylesine etnik sorunları, böylesine mezhepsel sorunları daha da bir kaşıyarak adeta siyasi çıkar peşinde koşmaktaydılar ve adeta yangına körükle gitmekteydiler. Ve özünde kolaycı bir yaklaşım olan bu tür davranışlar, bu tür siyasi düşünceler; tarihin her döneminde insanlara birçok acılar yaşatmıştı. Ve hala da yaşatmaya devam etmekteydi.

Evin dışında yaşanan tüm o ayrımcı davranışlar, tüm huzursuzluklar ve tüm dışlanmalar en sonunda o küçük aile için artık çekilmez bir hale gelmişti.dışarıda yaşananlar artık evin içine de yansımıştı ve evin annesi bütün bu olanlardan evin reisini suçlamaya başlamıştı. Ve onu, o güzel köylerinden çıkarıp böylesi bir yere getirdiği çin ve böylesine acılara sürüklediği için hep suçlayıp durmaktaydı. Tolam beş kişiden oluşan o evde evin annesi ile babası arasında çok şiddetli kavgalar yaşanmaya başlamıştı. Sürekli kavgalar, sürekli tartışmalar ve bir takım ailevi sorunlar, bir takım sosyal sorunlar, bir takım ekonumik sorunlar adeta o ailenin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. Oysa ki onlar, ne güzel hayallerle, ne güzel umutlarla o küçük dağ köyünden ayrılıp ta bu hiç tanımadıkları ve bu hiç bilmedikleri topraklara gelmişlerdi. Ama artık o umutlar iyice tükenmişti ve o güzel gelecek için kurmuş oldukaları o hayallerde artık bir bir yok olup gitmişti. Yaşamın o acımasızlığı ve ayakta kalabilmenin o zorluğu en sonunda o küçük ailenin de karşısına çıkmıştı işte. Umut artık çok uzaklarda bir yerlerdeydi ve sanki sonsuza kadar orada kalacak gibi görünüyordu. Ve o umudu ordan getirecek ve yeniden yeşertecek bir ortamda sanki hiç yoktu.

Ve o yıllarda gerek etnik sorunlardan dolayı, gerekse de mezhepsel sorunlardan dolayı ve gerekse siyasi oluşumlardan dolayı artık evler ve mahalleler birbirinden ayrılmaya başlamıştı. Hiçbir grup, bir başka gtrubun mahallesine veya etkili olduğu o bölgeye giremiyordu. Mahalleler arasında bazen silahlı çatışmalar yaşanıyordu ve gece sabahlara kadar insanlar kendi mahallelerini diğer grupların saldırılarından korumak için nöbet tutuyorlardı. Ve günde ortalama dört beş kişinin öldüğü veya hayatını kaybettiği bu saldırılar artık normal bir hale gelmişti. Ve bir de, o siyasi gruplar arasında hakimiyet alanı kavgası da başlamıştı. Yani sol gruplar artık kendi aralarında da bir kavga, bir var oluşum süreci başlatmışlardı.

Ve gerek bu tip ailevi sorunlar, gerek bu tip sosyal sorunlar, gerek bu tip etnik sorunlar, gerek bu tip mezhepsel ayrımlar ve gerekse de bu tip siyasi oluşumlar; daha henüz lise çağına gelmiş olan o genç adamın yani bizim Veysel Baba’ nın o iç dünyasında bir takım fırtınalar koparnaya başlamıştı bile. Artık ergenlik dönemine gelmiş olan o genç adam; yavaş yavaş kendi kendisine bir takım sorular sormaya ve etrafında yaşanan o olaylara bir takım yanıtlar aramaya başlamıştı. Sağ düşünceye sahip bir koalisyonun iktidarda olmasın fırsat bilen bir takım faşist unsurlar artık yavaş yavaş bütün devlet dairelerini, bütün polis teşkilatını ve bütün okul yönetimini ele geçirmişlerdi. Ve okuduğu o okulda yönetimi ele geçiren o faşist zihniyetli unsurların bir takım ayrımcı politikalarına ve de davranışlarına maruz kalan o genç adam da; artık yavaş yavaş kıyıdan köşeden siyasete bulaşmıştı. Ve artık okuduğu  o okulda kendisine bir takım ayrımcı davranışlarda bulunan o yöneticilerden, o sağ düşünceye sahip faşist unsurlardan hesap sormak  istiyordu. Ve bu yollada yüzyıllardan beridir kendilerine birçok acılar çektirmiş olan o zorbalardan, o kan emicilerden ve o katiller ordusundan atalarının intikamını almayı düşünüyordu. Çok kısa bir sürede asi bir insana dönüşen o genç adam artık durdurulamıyordu. Sanki yüzyılların o ezilmişliği, o dışlanmışlığı ve o kin dolu, nefret dolu bütün birikimleri; o genç adamın bünyesinde bir isyan ateşine dönmüş gibiydi. Ve artık kendisine yeni bir yol, yeni bir rota çizmek isteyen  o genç adam; daha önce çok sevdiği  o eğitim hayatındanda yavaş yavaş soğumak üzereydi.

Ve buna birde okul yönetimi tarafından bir tastiknameyle okuldan uzaklaştırılma kararı eklenince artık o genç adam için silahlı mücadeleye girişmekten başka da bir seçenek kalmamış gibiydi. Ve öylede oldu, o genç adam çok kısa bir süre içinde yaşadığı o bölgenin siyasi liderlerinde biri haline geldi. Önce kendisini okuldan uzaklaştıran o faşist yöneticilerden birbir hesapsordu ve onları anladıkları dilde birbir cezalandırdı. Ve daha sonrada o faşist iktidarla birlikte hareket eden o yalakaları, o dalkavukları ve o hırsızları birbir sorguya çekip, onlara hiç unutamayacakları bir ders verdi.

Ve artık bir örgüt lideri olan o genç adam için gerek örgütlenme, gerek illegal yapılanma ve gerekse de varacağı o hedefler şimdi daha bir netti ve daha bir vazgeçilmezdi. Adam o genç yaşlarda bile hem grubunu hem kendisini hiç deşifre etmeden birçok eylemi, birçok saldırıyı en ince detayına kadar hesaplayıp bir güzel organize etti. Ve o zamana kadar çok zayıf olan o siyasi düşüncelerini daha da genişletme imkanı buldu. Dünyayı artık daha farklı bir gözle yorumlayıpta tanımaya başlamıştı ve ezenle, ezilen  arasındaki o adaletsizliğe son vermek için  yola çıkan o büyük devrimciler kervanına katılmanın kendisi için büyük bir onur olduğunu düşünüyordu. Binlerce yıldan bu yana tanrı tarafından gönderildiklerini söyleyen o peygamberler; o hitap ettikleri topluluklara bir takım kutsal mesajlar verdikleri halde yinede istedikleri o sonucu elde edememişler ve yaşanan bütün bu adaletsizliklerede bir türlü son verememişlerdir.  İnsanları doğruluğa, dürüstlüğe ve adaletli bir yaşama davet eden bu kutsal yürüyüşte yine bir takım şeytani arzular öne çıkmış ve yine bütün bir insanlığın o güzel geleceği bir takım vahşilerin elinde, bir takım zorbaların elinde ve bir takım kötü niyetli kişilerin elinde öylece yok olup gitmiştir. Dünyevi arzulara kapılan bu tür insanla sanayinin gelişimi ile birlikte kendi aralarında örgütlenerek; kapitalist sistemin ilk temellerini atmışlardır. Özünde sömürüye dayanan, soyguna dayanan ve halkın emeğini, işçinin ve köylünün alınterini çalmaya dayanan bu aç gözlü kapitalist sisteme artık bir dur diyebilmek içinde, bir son verebilmek içinde; o büyük devrimciler, o büyük düşünce adamları ve o büyük yol göstericiler birbir sahneye çıkmışlar ve en güzel mesajlarını, en değerli mücadelelerini veerdikten sonrada öylece çekip gitmişlerdir. Ve bütün o güzel insanların, o yiğit devrimcilerin o günün, o zor şartları altında vermiş oldukları o örnek mücadele sayesinde de;  bütün dünya halkları, bütün ezilenler, bütün sömürülenler, bütün işçiler, bütün emekçiler ve bütün köylüler çok büyük kazanımlar elde etmişlerdir. Örneğin bu kazanımlar arasında iş güvenliği gibi, can güvenliği gibi, sekiz saatlik çalışma hakkı gibi, eşit işe eşit ücret gibi, tatil hakkı gibi, grev hakkı gibi, istifa gibi, tazminat hakkı gibi, işsizlik yardımı gibi, emeklilik hakkı gibi birçok sosyal hakkı ve birçok sosyal kazanımı sayabiliriz.

Ve o yiğit devrimciler, o insan hakları savunucuları ve sınır tanımayan o örgütler, o insanlar; bütün bu kazanımları daha da bir genişletmek için ve de dünyanın diğer bölgelerinde hayata geçirebilmek için o yoğun mücadelelerine devam etmektedirler. Ve o yıllarda bütün bir dünyada dahada bir yoğun yaşanan bu tür olumsuzlukları gören bizim daha henüz delikanlı çağında olan Veysel Baba’da; bütün o büyük devrimcileri kendisine örnek alarak çok zoelu bir mücadeleye girmişti. Ve illegal bir yapılnma içinde çok kısa bir sürede lider konumuna gelen o genç adamın; o günün o zor koşulları altında, o zor şartları altında silaha sarılmaktan başkada bir seçeneği yok gibiydi. Çünkü o dönemde kontr gerilla gibi bir takım yapılanmalar bütün bir dünyada halkları birbirlerine karşı kışkırtarak  ve insanları sağ, sol diye ayrıştırarark çok istedikleri o askeri juntaların iş başına gelmelerine veya yönetime el koymalarına zemin hazırlıyorlardı. Ve dış kaynaklı bu derin yapılanmalar, bu tür illegal oluşumlar bazende insanlar arasındaki o etnik sorunlara, o mezhepsel sorunlara ve hatta o dinsel ayrımlara el atarak olayı daha farklı bir boyuta bile taşıyabiliyorlardı. Ve bütün bunları da kendilerine göbekten bağlı  o askeri rejimleri, o askeri juntaları iş başına getirebilmek için yapıyorlardı. Aslında yöntem çok kolaydı ve çok basitti, ama o günün şartları içinde bütün bu oyunları anlamak öyle pek kolay değildi. İnsanlar ve ülkeler o dönemin iki kutuplu dünyasında bir tarafı kutupta desteklemek zorundaydılar ve safları netleştirmek zorundaydılar.

Kontrgerilla destekli benzeri bir oyunda bizim Veysel Baba’nın yaşadığı o ülkede sahneye konulmuştu. Ve bazen mahalleler arasında, bazen siyasi gruplar arasında, bazen dini gruplar arasında ve bazen de etnik gruplar arasında yaşanan o çatışmalardan sonra; birbirlerinin çok özledikleri o faşist junta, o askeri junta en sonunda iktidara el koymuş ve ülkenin dört bir tarafın sıkıyönetim ilan etmişti. Geceleri belli bir saatten sonra sokağa çıkmak artık yasaktı ve sol görüşlü insanlar yavaş yavaş gecenin bir saatinde evinden alınarak bilinmeyen bir yere götürülüyorlardı. İnsanlar bir takım karanlık güçler tarafından önce işkenceye tabi tutuluyorlardı ve daha sonrada topluca infaz edilerek kurşuna diziliyorlardı. Ve o karanlık dönemde bile bizim Veysel Baba arananlar arasında olduğu için adaha da bir illegaliteye bürünmüştü ve daha da bir korunaklı hale gelmişti. Adma o  zor şartlar altında bir yandan ele geçmemek için kendince bir takım önlemler alırken, bir yandan da yanına aldığı birkaç adamı ile birlikte bazen karşıt görüşteki insanların oturduğu o mahalleleri basıyor, bazen o emek hırsızı iş adamlarından haraç topluyor, bazen o faşist polislerin yolunu kesiyor ve bazen de o işkenceci subaylardan bir güzel hesap soruyordu. Ne yaptılarsa da ve ne tür önlem aldılarsa da onu bir türlü ele geçiremediler. Adam bilinmez bir yerde aniden ortaya çıkıyor ve birilerine hesap sorduktan sonrada birden bire ortadan kayboluyordu. Sanki bir sır perdesi dört bir yandan onu kuşatmıştı ve onu adeta koruma altına almıştı. Ve bu durum zamanla öyle bir hal aldı ki; onun adını duyan o faşist polisler, o işkenceci subaylar ve onlarla işbirliği yapan o ihanetçi unsurlar, o faşist unsurlar adeta sonbahar yaprağı gibi tir tir titremeye başlamışlardı.

O genç adam ve beraberindeki o arkadaş grubu; kendi hakimiyetleri altındaki o bölgede bir adalet arayışına girmişlerdi. Bir yandan o faşist unsurlardan, o işkenceci unsurlardan hesap soruyorlardı, bir yandan da halkın kanını emen, işçinin, emekçinin alınterini çalan o patronları anladıkları dilden bir güzel haraca bağlıyorlardı. Zenginden alıp, fakire verme işi zamanla öyle bir hal aldı ki; artık insanlar ona Veysel Baba demeye başlamışlardı. Bir anadolu ürünü olan Alevi-Bektaşi inancında Babalık makamı veya kavramı çok kutsal bir yeri olan ve çok kutsal bir makamı teşkil eden Babalık anlayışı sayesinde özellikle dew Balkanların islamlaşması veya islam inancını benimsemeleri sağlanmıştır. Babalık kavramı Türk adetinde dört şekilde karşımıza çıkar: 1. Ailenin kurucu öğesi olan asıl kişi, yani evin reisi olan kişi. 2.Bir takım karanlık işler çevirdikten sonra yeraltı dünyasının başına geçen kişi. 3. Alevi-Bektaşi inancında bir topluluğu yöneten kişi ve onlara inancın gereklerini öğreten kişi. 4. Ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi yoksulu koruyan kişi, fakiri gözeten kişi ve zenginden alıp, yoksula dağıtan kişi.

Ve herşey böyle sürüp giderken adına ihanet denilen o şeytani kavram, o şeytani düşünce; en sonunda gelip Veysel Baba’nın arkadaşlarından birisini bulmuştu, birisinin kapısını çalmıştı. Ve soğuk mu soğuk bir kış gününün sabahında o hiç yakalanmaz denilen Veysel Baba, o faşist zihniyetteki polisler tarafından kıstırılmıştı. Uzunca bir çatışmadan sonra mermisi tükenen o yürekli adam çaresiz bir şekilde teslim olmuştu. Çok güvendiği bir arkadaşının ihaneti üzerine yakalanan o yiğit devrimci; polisler tarafından siyasi şubeye götürülürken adeta tükenmişti. Adamı orda, o sorgu odasında günlerce işkenceye tabi tuttular, günlerce aç susuz bıraktılar. Ondan gerek bağlı olduğu o örgüte dair, gerek örgütün o lider kadrosuna dair,gerek örgütün illegal yapılanmasına dair,gerek örgütün  geçmişte yaptığı o eylemlere dair ve gereksede örgütün elindeki o silahlara dair ne kadar bilgi varsa kendilerine verilmesini istediler. İnsan aklının bile alamayacağı her türlü işkenceyi ona uyguladıkları halde; o inatçı adam yine de çözülmedi ve onlara gerekli olan o bilgileri vermedi, arkadaşlarını satmadı ve o örnek kişiliğinden hiç taviz vermedi. Böylesi bir direnç karşısında da o işkenceci polisler onu çırılçıplak bir şekilde soyup karanlık bir hücreye attılar. Ve o karanlık hücrede çırılçıplak bir vaziyette o beton zemin üzerinde soğuk su ile onu daha farklı bir işkence yöntemi ile çözmeye çalıştılar. Soğuk su ile yapılan o insanlık dışı işkencelergünlerce bu şekilde devam edip gitti.

Herhangi bir kanunun veya yasanın doğru dürüst uygulanmadığı o faşist junta dönemlerinde günlerce işkenceye tabi tutulan o çaresiz adamı, o tükenmiş adamı hiç kimseyle görüştürmüyorlardı. Ve bir avukatın onunla görüşmesine dahi izin vermiyorlardı. Dönem, faşist juntanın iş başına geldiği bir karanlık dönemdi ve hergün yüzlerce devrimci, yüzlerce sosyalist düşünceli adam o sorgu odalarında en ağır işkencelerden geçiriliyordu ve onlarcasıda gözaltındayken kim vurduya gidiyordu. Adeta iki taraf arasında bir var olma, bir yok olma savaşı yaşanıyordu. Karanlıkların ve kötülüklerin hüküm sürdüğü  bir dönemdi. Ve ihanetlerin, davayı satmaların bolca yaşandığı bir dönemdi. İyilikten kötülüğün, karanlıkla aydınlığın birbirine karıştığı bir dönemdi. Ve umut, artık masallardaki o Kaf Dağı’nın ardında kalmış gibiydi. İnsanların geleceğe dair bütün o hayalleri, bütün o güzelim umutları; o askeri junta tarafından adeta ayaklar altına alınmıştı.

Umutları iyice tükenen o adam, kendisine yapılan o insanlık dışı işkencelerden dolayı artık yarı baygın bir vaziyetteydi. O karanlık hücrede ve o beton zeminde artık günler birbirine karışmıştı ve artık orada geceyle gündüzün hibir önemi de kalmamıştı. Adam, çırılçıplak bir şekilde o soğuk hücrede bazen bir başına kaldığı o anlarda; soğuktan tir tir titrerken bile hala doğduğu o küçük dağ köyünü hatırlamaya çalışıyordu. Evin o toprak damında geceleri gökyüzündeki o yıldızlara bakarak hayaller kurmak ve hayaller eşliğinde uyumak ne kadar da muhteşemmiş ve ne kadar da masalımsıymış. Dere kenarında çamaşır yıkayan o kadınların o güzelim yardımlaşmalarını hatırlamakta bir başka güzelmiş. Ve o işknececi polislerin her seferinde kendisine soğuk su ile işkence yaptıklarında ve oradaki o küçük sal taşının üzerinde öylece tir tir titrediğinde: “Anne, çok üşüyorum!” diye annesine seslendiğinde, annesinin bir tas sıcak suyla kendisini bir güzel ısıttığı o anlar ne kadarda güzelmiş, bu karanlık hücrede, bu soğuk zeminde ve b çıplak vaziyette her seferinde o faşist polisler tarafından soğuk suyla işkenceye tabi tutulduğunda; kendisini kim ısıtacaktı ve her seferinde : “ Anne, çok üşüyorum! “ dediğinde, onun başından aşağıya o bir tas sıcak suyu kim dökecekti?..