Sıradışı bir yaşam – 3

Düşünen bir varlık olarak insanoğlu iyiliği ve kötülüğü, sevabı ve günahı, adaleti ve hukuksuzluğu, sevinci ve üzüntüyü, güzelliği ve çirkinliği, kutlamayı ve matemi, galibiyeti, sahiplenmeyi ve ihaneti çok rahatlıkla ayırt edebilir ve kendisine en uygun olanı benimseyip, özümsedikten sonra öylece yoluna devam eder. Fakat bu çile dolu yol, bu hüzün dolu yol; hem çok zahmetlidir, hem birçok engelle doludur, hem birçok kavşakla doludur, hem bir sınav yeri gibidir, hem bir seçim yeri gibidir, hem bir tercih yeri gibidir, hem çok yorucudur, hem çok uzundur, hem sevinç ve mutluluk yüklüdür ve hem de gözyaşı  ve matem yüklüdür.

Ve biz insanoğlunu bu çile dolu yaşam yolunda asıl galibiyete, asıl yenilgiye götürende; işte bizim o kavşak noktalarında vermiş olduğumuz  o birtakım kritik kararlardır, tercihlerdir. Ve bu kritik kararlar bazen bizleri o sonsuz mutluluklara götürdüğü gibi, bazen de bizleri o gözyaşı yüklü günlere, o matem dolu günlere sürükler. Ve bu hüzün dolu yolda, bu sevgi dolu yolda; kimileri de asıl olanı görüp maneviyata değer verirler ve bilinen o gerçeğe doğru çok kararlı bir yürüyüş gerçekleştirirler.

Hatalar ve yanlışlar; yeni keşiflerin, yeni doğruların giriş kapılarıdır. İnsan, hata yapa yapa asıl doğruya ulaşır. Zaten hata olmasaydı, yanlış olmasaydı doğrunun da herhangi bir anlamı olmazdı. Zaten kötülük olmasydı, iyilik diye bir şey olmazdı. Zaten günah diye bir şey olmasaydı, sevap diye bir şey olmazdı. Zaten şeytan olmasaydı, melek diye bir şey olmazdı. Zaten ölüm diye bir şey olmasaydı, yaşam diye bir şey olmazdı. Zaten cehennem olmasaydı, cennet diye bir şey de hiç olmazdı. Çünkü iyilik, kötülükle beraberdir. Çünkü günah, sevapla beraberdir. Çünkü yaşam, ölünle beraberdir. Çünkü zıtlıklar ve aykırılıklar; birbirlerinin varlık nedeni gibidirler. Sartre:”İnsan, insanın cehennemidir” derken; insanın bu zorlu hayat yolunda kendi cennetini de, kendi cehennemini de yine kendi elleriyle inşa ettiğini bizlere anlatmak ister. Yani cennette bizim elimizin altındadır, cehennem de. Buna karar verecek olan da bizim aklımızdır, bizim mantığımızdır ve görüpte, yaşadıklarımızdır. Ve bütün bir yaşam boyunca yapılan o hatalar, o yanlışlar en sonunda bizleri doğru olana götürür. Yeter ki buna o vicdanımız el versin, o insani duygularımız el versin.

O büyük devrimci Che Guevara:” Hayatta öyle seçimler yap ki; kazandığın şeyler, kaybettiklerine değdeğsin” derken; aslında bizlere en güzel mesajlarından birini verir. Çünkü bizlerin daha yolun en başında yapmış olduğumuz o seçimler, o tercihler ; aslında bizim o yol haritamızı belirler ve asıl kimliğimizde bu şekilde oluşur. Ve o seçimler sayesinde de, o tercihler sayesinde de; kimimiz o sonu gelmez kötülüklere doğru öylece savrulup dururken, kimimiz ise bir iyilik meleği gibi, bir sevgi çiçeği gibi o güzelliklere doğru öylece bir yol alır.

Yaşam adeta bir tiyatro sahnesi gibidir. Ve orada, o tiyatro sahnesinde iyilerde vardır, kötülerde. Ve yine arda, o tiyatro sahnesinde bir takım kötü niyetli insanlar; en kötü, en acımasız oyunlarını sergileyip bütün bir dünyayı cehennem vari bir ateşin içine atmak için adeta şeytanla işbirliği yaparken, yine aynı sahnede bir takım iyi niyetli insanlarda; en güzel oyunlarını, en insancıl oyunlarını bir güzel sergileyip bütün bir dünyayı, bütün bir insanlığı cennet vari bir yaşamın içine çekmek için adeta yaradanla ve onun o melekleriyle işbirliği yaparlar. Ve bizler  orada, o tiyatro sahnesindeyken kendimize göre bir takım düşler kurarız, bir takım hayaller oluştururuz ve bir takım kurguların peşinden gideriz. Ve işte o düşler, o hayaller ve bütün o kurgular;bizim gelecekteki o yaşamımızı, o hayat çizgimizin en temel noktalarını oluşturur ve asıl kimliğimizin oluşmasında, asıl kişiliğimizin ortaya çıkmasında bizze yardım eder, bize yol gösterir.

Ve işte tam da bu noktada kimileri o şeytani arzularına veya istemlerine yenik düşüp o sonu gelmez kötülüklerin peşinden öylece kaşuşturup dururken, kimileri de tıpkı bizim o Veysel Baba gibi o şeytani arzuları veya istemleri dışlayıp bütün bir dünyada sevgiyi, barışı, kardeşliği ve dostluğu egemen kılmak için çok zorlu bir mücadeleye girişirler. Çünkü sevginin olmadığı bir yerde iyilikte olmaz, güzellikte olmaz ve karşılıklı anlayışta olmaz. Çünkü sevgi; iyilikle beraberdir, güzellikle beraberdir. Ve sevginin olmadığı bir yerde gerek insanları ve gerekse de toplumları bir arada tutmak ve onları bir takım ortak paydalarda veya ortak değerlerde buluşturmakta hemen hemen imkansız gibidir. Ve yine toplumları var eden, bir arada tutan o adalet kavramı günün birinde sarsıldığında veya kötü niyetli birileri tarafından adeta yerle bir edildiğinde; toplumlar çok büyük acılara uğrarlar ve o acılarla birlikte de kendilerini prangalara vurulmuş bir şekilde o karanlık tünellerde bulurlar, o kör kuyularda bulurlar ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi o sğuk hücrelerde bulurlar.

Bütün o haksızlıklara, adaletsizliklere ve eşitsizliklere karşı çıktığı için ve o zalimlerden, o zorbalardan, o hırsızlardan, o işkencecilerden birbir hesap sorduğu için bir ihanet tezgahıyla gözaltına alınan ve o soğuk hücrelerde çırılçıplak bir  vaziyette insanlık dışı bir takım işkencelere maruz kalan o yorgun adam, o çaresiz adam ve o perişan adam; o karanlık hücrede, o soğuk hücrede bütün bunları düşündü. Dava arkadaşları tarafından nasılda ihanete uğradığını düşündü. Orada, o soğuk hücrede günlerce aç susuz bir şekilde o zavallı halini düşündü, o perişan halini düşündü, o yapayalnız halini düşündü. O işkenceci polisleri düşündü, onların o ruh halini düşündü ve insanlıktan nasibini almamış o canavar hallerini düşündü. O demir parmaklıkları düşündü, o karanlık hücreyi düşündü, o beton zemini düşündü ve o çırılçıplak halini düşündü. Günde birkaç sefer soğuk suyla yapılan o işkenceleri düşündü ve bir zamanlar dışarıda iken kendisinden korkan o işkenceci polislerin şimdi burada nasılda sahte bir kahramana dönüştüklerini düşündü.

Ve o soğuk hücrede artık yaşamın kıyısına geldiğini düşünen Veysel Baba; bütün o hayal kırıklıklarından sonra, bütün o terkedilmişliklerden sonra ve bütün o ihanetlerden sonra artık yenilgi aşamasına gelmişti. Çünkü o artık yapayalnız bir haldeydi ve öylece terkedilmiş bir haldeydi. Çünkü o, o çok sevdiği arkadaşları tarafından ve o çok güvendiği yoldaşları tarafından ihanete uğramıştı. Ve artık yolun sonuna geldiğini düşünen Veysel Baba bir ara kendi kendisine:” Ey Veysel Baba! Ey bir zamanlar o sokakları titreten adam! Ve ey bir zamanlar bütün o soygunculara, bütün o hırsızlara, bütün o düzenbazlara ve bütün o işbirlikçilere, bütün o yalakalara dur diyen adam ve onların yüreklerine en büyük korkuyu salan adam! Hani nerede o bir zamanlar düşmanların adeta karşısında tıpkı bir sonbahar yaprağı gibi tir tir titrediği o adam? Hani nerede o işkencecilerden, o zalimlerden, o zorbalardan, o işbirlikçilerden, o yalakalardan, o dalkavuklardan, o hırsızlardan ve osoygunculardan birbir hesap soran adam? Hani nerede o işçinin, o emekçinin, o yoksulun, o ezilenin, o sömnürülenin ve o alınteri çalınanın hakkını geri almak için yola çıkmış o adam? Hani nerede o yoksul köylünün sesini duyurmak için ve onlara umut dolu bir yarın armağan etmek için yürekli bir mücadeleye girişen o adam? Hani nerede o bütün ezilenler, bütün sömürülenler, bütün işçiler, bütün köylüler ve bütün dünya halkları kardeştir diyen o adam? Hani nerede zenginden alıp fukaraya dağıtan o adam?

Ey zavallı Veysel Baba! Gerçekten de bu dünyayı değiştirmek veya ona bir çeki düzen vermek ; senin gib çaresize mi kaldı, senin gibi bir zavallıya mı kaldı? Bak işte; yine arkandan vuruldun, yine ihanete uğradın, yine o sonsuz yalnızlıklara terkedildin, yine o prangalara vuruldun, yine o karanlık hücrelere atıldın, yine o özgürlüğün elinden alınarak adeta bir bilinmezliğe tutsak edildin. Ve sen; bu varlık, yokluk savaşımında sadece bir gölge gibisin, bir köşe taşı gibisin ve öylece sahneye sürülmüş bir piyon gibisin,bir araç gibisin. Ve bu zorlu hayat yolculuğunda daha niceleri tıpkı senin gibi ne tür bedeller ödediler ve bu haklı dava uğruna ne tür acılara katlandılar.

Ve sen , ey Veysel Baba! Bakişte, yine o karanlık hücrelerde öylece sahipsiz bırakıldın ve öylece yalnızlıklara terkedildin. Ve o derin yalnızlıklar içinde en ağır işkencelere maruz kalırken; seni ne arayan var, ne soran var ve ne de bir arkadaşın, bir yoldaşın var? Di mi? Ve artık bütün o güzel düşlerin, hayallerin ve umutların şu an, bu soğuk hücrenin o karanlık ortamında, o özgürlükten yoksun ortamında birbir yok olup gittiğini ve bir hayale dönüştüğünü kabul etmeninde bir zamanı gelmedi mi?” şeklinde bir özeleştri yaptı. Ve eğer buradan sağ çıkarsa ve o özgürlüğüne yeniden kavuşursa; o zaman yenilgiyi kaybetmiş, yorgun bir savaşçı gibi kendisine yeni bir yol çizmeye karar verdi. Çünkü o artık yorgun bir savaşçıydı. Çünkü o artık ihanete uğramış bir savaşçıydı. Çünkü o artık yapayalnız bir savaşçıydı. Çünkü o artık, o soğuk hücrelerde öylece unutulmuş bir savaşçıydı. Çünkü o artık, o kör kuyularda öylece kaderi terkedilmiş bir savaşçıydı.

Ve bir sonbahar sabahı hem manevi olarak, hem ruhsal olarak ve hemde fiziksel olarak çökmüş olan o adamı serbest bıraktılar. Haftalardır aç susuz bir halde her türlü işkenceye maruz kalan o adamın artık yürüyecek takati kalmamıştı. Onu çözemeyeceğini anlayan o işkenceci zorbalar en sonunda onu serbest bırakmışlardı. Fakat adam o perişan haliyle de zaten yarı ölmüş bir şekildeydi. Sürekli karanlıkta kaldığı içinde artık güneş ışığına bakamıyordu. O insanlık dışı işkencelerden dolayı da vücudunda birçok yaralar oluşmuştu. Haftalarca aç susuz bırakıldığı içinde adeta bir deri, bir kemik kalmıştı. Artık ayakları onu taşıyamıyordu ve yolda sürekli düşüp bayılıyordu. Adam o haldeyken bile evine gitmek istemedi ve orada kendisini bekleyen o insanların hayatını daha fazla tehlikeye  de atmak istemedi. Çünkü o, illegal bir örgüt yöneticisiydi ve hala o askeri juntanın takibi altındaydı. Bütün bunları çok iyi bilen o siyaset yorgunu adam; önce birkaç dava arkadaşıyla yakın temasa geçti ve onlardan yardım talebinde bulundu. Fakat onun içinde bulunduğu o durumdan korkupta çekinen arkadaşları, ona bütün kapıları kapattılar ve onu kaderiyle başbaşa bıraktılar.

Adam o çaresiz haliyle, o yarı bitkin haliyle; o koskoca şehirde öylece yapayalnız kalmıştı. Birkaç gün mezarlıkta kalan adam, bir ara peşindeki o takipçilerden kurtulduğunda hemen o eski sığınağına gitti. Ve artık o sığınakta daha da güvendeydi ve gelecek planlarını da burada çok rahatlıkla yapabilirdi. Adma ilk önce o işkencelerden dolayı kaybetmiş olduğu o sağlığını biraz olsun yerine getirebilmenin bir uğraşısı içine girdi. Ve birkaç hafta sonra biraz olsun kendine geldiğinde; belli bir plan doğrultusunda kendisine işkence yapan o polislerden onların anlayacağı dilden birbir hesap sormaya başladı. Atalarından ona miras kalmış olan o savaşçı ruhu, o inatçı ruhu yine onu esir almıştı ve yine onu intikam almaya zorlamıştı. Aksi taktirde o zorbalardan, o işkencecilerden ve o katillerden hesap sormasa eğer; o işkence dolu günleri bütün bir yaşamı boyunca asla unutamayacaktı ve yarım kalan bir işi tamamlamadığı içinde bir ömür boyu hep vicdan azabı çekecekti.

Ve o yorgun adam, o yalnız adam düşündüğü herşeyi birbir yaptıktan sonra; bir ilkbahar sabahı o güzel ülkesini, o acılarla dolu ülkesini terk etti. Çünkü her an yeniden gözaltına alınabilirdi, yeniden o karanlık hücrelerde sorgudan geçirilebilirdi ve yeniden o insanlık dışı işkencelerden geçirilebilir. Ve zaten iyice yıpranmış olan bedeni belkide ikinci bir gözaltıyı veya ikinci bir işkence sürecini kaldıramayabilirdi. Ve ayrıca o ülkede, o askeri junta, ofaşist junta işbaşında olduğu sürece; o ve ona benzer diğer devrimcilerin, diğer sosyalistlerin ve diğer ilericilerin herhangi bir yaşam olanağı da hiç kalmamıştı. O zor şartlarda bir yolunu bulup ülkesinden ayrılan o çaresiz adam artık ülkesine dair bütün o yaşanmışlıkları, bütün o anıları ve bütün o hayalleri de birbir geride bırakmak istiyordu. Ve o sosyalist ideolojinin asıl kurucularından ve asıl fikir babalarından biri olan o büyük düşünür Karl Marx’a da bir anlamda ev sahipliği yapmış olan o yorgun şehir, o yağmur yüklü şehir Londra; belki de onun içinde güvenli bir liman olabilirdi.

Bütün  o hayllerini ardında bırakarak Londra’ya gelen adam; ilk önce kendisine bir oda tuttu. Daha sonra bir avukat kanlıyla o ülkede yasal oturum alabilmek için İçişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili dairesine bir başvuru yaptı. Adam çok kısa bir süre içinde de yaşadığı o bölgeye çok iyi bir uyum gösterdi. Kendisine bir takım yeni arkadaşlar edindi ve bir takım yeni uğraşların, yeni alışkanlıkların içine girdi. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak için de, bir inşaat firmasında boyacılık yapmaya başladı. Ara sıra resim yapıp sattı, yeni açılan iş yerlerine elinden geldiğince ve gücü yettiğince tabela yazdı. Çok iyi para kazandığı o dönemlerde fırsat buldukça da Londra’daki o antika dükkanlarını, o ikinci el pazarlarını dolaşmaya ve oralarda vakit geçirmeye çalıştı. Yeni yeni insanlarla konuşmayı ve onlarla gerek resim üzerine, gerekse de antika üzerine konuşmayı çok seviyordu. Ve o adam, daha yeni ayak bastığı bu gizem yüklü şehirde biraz tanındıktan sonra ve birazda isim yaptıktan sonra; kendisini tamamen antikaya ve resim yapmaya yöneltti. O ilk dönemler herşey yolunda gidiyor gibi görünse de; zamanla o adam için bir takım sağlık sorunları kendisini göstermeye başladı. Ara sıra epilepsi benzeri bir takım ani bayılmalar, bir takım panik ataklar ve bir takım depresyonlar, travmalar ve korku nöbetleri yeniden ortaya çıkmış ve onun o huzurlu yaşamını yeniden kabusa çevirmişti işte,bir cehnneme çevirmişti işte. Yine o kabus dolu günler, o korku dolu günler ve o ani bayılmalar, o panik ataklar yeniden onun kapısını çalmıştı işte. Adam, çok kısa süren mutlu günlerden sonra; sanki yeniden o eski günlerine dönmüş gibiydi. Adına mutluluk denilen o yaşanılası anlar ve de zamanlar; sanki ona haram edilmişti ve sanki mutsuzluk onun tek kaderi olmuştu. Adam, görünür olarak öyle fazla kötü biriside değildi ve öyle fazla kötülüklere de imza atmamıştı. Fakat bir takım gizli güzler veya varlıklar sanki onu daha fazla sınamak için ve daha fazla acılara bağlamak için büyük bir uğraş içindeydiler. Ve artık adına mutluluk denilen o güzel şey, onun için hayalden öte birşeydi. Gerek o çocukluk döneminde geçirmiş olduğu birtakım ateşli hastalıklar ve gerekse de o işkence koşullarında başına aldığı o darbeler onun gerek beyninde ve gereksede bütün bedeninde bir takım kalıcı hasarlara yolaçmıştır. İlk başlarda onun bu rahatsızlığına epilepsi teşhisi koydular ve bu yönde onu tedavi etmeye başladılar. Onu bu ani bayılmaları ve bütün o korku nöbetleri zamanla öyle bir hal aldı ki; adam artık tek başına evden çıkamya ve tek başına banyo yapmaya bile cesaret edemiyordu.

Bu zor günler ve bu kabus dolu günler artık onun için yeni bir sürecin daha başladığının ilk işaretleri gibiydi. Oysaki bu talihsiz adam, bu dert yüklü adam; bu ülkeye ve bu gizem dolu şehire yeni bir yaşama başlamak için gelmişti ve kendi ülkesindeki o acı dolu günleri, o çile dolu günleri biraz olsun unutmak için gelmişti. Fakat onun o kötü kaderi, o talihsiz kaderi onu burada da yalnız bırakmıştı işte. İlk önce ona yaşadığı o sağlık sorunlarından dolayı çalışamaz raporu verdiler ve onu işsizlik maaşına bağladılar. Ve o talihsiz adam, kendisini bu yeni duruma alıştırmak için ara sıra yeniden resim yapmaya ve o antika pazarlarını dolaşmaya başladı. Ve bu şekilde de kendisini o işe yaramazlar sınıfından çıkarmak istiyordu. Ve diğer bir yandan da bu ülkeye bir takım illegal yollardan giriş yapmışolan o insanlara yardım ederek; onlara gerek bu ülkede kalabilmeleri için ve gerekse de ülkede yasal oturum alabilmeleri için her konuda onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Sistemin nasıl işlediğini ve siyasi çarkın nasıl döndüğünü artık iyice çözen o adamın önünde herhangi bir engel kalmamış gibiydi. Gerek siyasi konularda, gerek etnik konularda ve gereksede mezhep konularda epeyce bir birikime sahip olan o adamın bizzat kendi eliyle yazıpta dldurduğu o iltica taleplerinin hiçbirisine de olumsuz bir yanıt gelmemişti. Ve böylelikle de birçok insan gerek onun yönlendirmesiyle ve gereksede onun kaleme almış olduğu o yazılı  başvurularıyla; bu ülkede yasal oturum hakkı edindiler.

Yasal oturum hakkı elde eden o insanların karşısına bu seferde sığınabilecekleri bir ev sorunu çıkmıştı. Ekonomik yönden bir hayli zayıf olan o sığınmacıların gerek otellere, gerek pansiyonlara ve gereksede kiraladıkları o evlere, o flatlara ödemiş oldukları o paralar artık tükenmek üzereydi. Bu durumda kendince bir çare bulmak isteyen Veysel Baba ‘nın aklına; belediyelere ait o boş evler geldi. Ve hemen çevresinde bulunan o gençleri bir güzel örgütleyerek belediyelere ait o boş evleri birbir tepit ettirdi. Ve bu tür konularda epeyce bir uzman olan o siyahi gençlerinde yardımıyla önce o evlerin kapıları kırıldı, sonra da onlara yeni anahtarlar takıldı, elektrik bağlandı, gaz sorunu çözüldükten sonra da; belli bir ücret karşılığında yeni sahiplerine teslim edildi. Veysel Baba ve arkadaşlarının o örnek  çalışmaları sayesinde de yüzlerce insanın ev sorunu bu şekilde çözülmüştü. Ve ayrıca uzun bir zamandan beridir boş olan evler; bu yeni insanlar sayesinde bir güzel boyanıp, döşenerek daha bakımlı bir hale gelmiş ve belediyelerin sahip çıkamadıkları o evlerede artık bu yeni kiracıları sahip çıkıp koruyacaklardı. Ve yine bu yeni kiracılar sayesinde de; belediyeler ek kira gelirine kavuşmuşlardı.

Ve bizim o yardımsever dostumuz Veysel Baba’nın bu örnek davranışı sayesinde; insanlar daha yeni geldikleri bu ülkede hem yasal oturum hakkı elde etmişler ve hemde güven içinde kalabilecekleri bir eve kavuşmuşlardı. Bir yanda kendi sağlık sorunlarıyla boğuşan o siyaset yorgunu adam, bir diğer yanda ise o binbir umutla bu ülkeye gelmiş olan o insanların, o sorunlarını çözmek için  ve onların geleceğe dair o umutlarını daha da bir canlı tutmak için uğraşıyordu.  Ve onun bu örnek davranışı sayesinde de; yakın çevresindeki o insanlarda artık ona yavaş yavaş Veysel Baba demeye başladılar. Bir zamanlar siyasetle uğraştığı o karanlık dönemde kendi ülkesindeki insanlarda, ona Veysel Baba derlerdi  ve onu çok severlerdi. Fakat bir askeri junta işbaşına gelir gelmez bütün o kapılar bir bir onun yüzüne kapanmıştı ve onca yardım ettiği insan o askeri juntanın korkusuyla olsa gerek onu tanımamazlıktan gelmişti. Ve acaba benzeri bir durum bu ülkede de yaşanacakmıydı veya yolda yürürken çevresini kuşatan bu insanlar; zamanla kendisini unutacakmıydılar?

Ve yaşamın o acımasız yüzü bu ülkede de kendisini gösterdi. Herkese elinden geldiğince kucak açmaya çalışan ve onların sorunlarını birbir çözmeye çalışan o yorgun adam, o yaralı adam zamanla unutuldu. Bir zamanlar ona değer veren o insanlar; ilerleyen süreçle birlikte gerek yasal oturum alınca, gerek ev sorunlarını halledince, gerek dil sorunlarını çözünce ve gereksede ekonomik yönden belli bir güce erişince artık o yaşam yorgunu adamı tanımamazlıktan gelmeye başladılar. Ve yaşamın o acı yüzü, o çıkarcı yüzü ve o ihanet kokan, o menfaat kokan yüzü işte burada da karşısına çıkmıştı, burada da o çirkin yüzünü göstermişti işte. Veysel Baba açısından bu beklenen bir süreçti ve günün birinde böylesi bir sonla karşılaşmakta onun için pekte sürpriz sayılmazdı. Çünkü böylesine ihanet dolu yaşanmışlıklar ve böylesine hüzün dolu terkedilmişlikler; tarihin o tozlu sayfaları arasında, o unutulmuş sayfaları arasında pek çoktur. Ve bütün bunları çok iyi bilen Veysel Baba’da, içine düşmüş olduğu o ruh hali içnde kendi kendisine şöyle dedi:” güle güle, o baş döndürücü kalabalıklar. Güle güle, o ihanet dolu kalabalıklar. Güle güle, o menfaat dolu kalabalıklar. Ve yeniden hoşgeldiniz, o mana derinliği olan yalnızlıklar. Ve her zaman beni ben yapan, bana bir mana yükleyen o sonsuz yalnızlıklar.”

H.Ibsen:”En yalnız insan, en güçlü insandır” derken; yalnız kalmayı becerebilen insanların, zamanla çok güçlü bir hale gelebileceklerini anlatmak ister. Çünkü yalnızlık, insanı düşünmeye sevkeder ve yaşamı anlamaya sevkeder. Goethe ise bu konuda şöyle der:”Yalnızlık, sadece bir kelimedir. Söylenişi ne kadar kolay, halbuki taşıması o kadar zor ki.”   I. Newton ise, o yalnızlık için şöylesi bir yorum getirir: “İnsanlar, köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.” Fakat ben, Veysel Baba olarak; bu çile dolu hayat yolunda öyle köprüler inşa ettim ki ve öyle duvarları bir bir ortadan kaldırdım ki; yinede o derin yalnızlıklara mahkum edildim. Bu konuda Paul Valery şöyle der:”En büyük yalnızlık, bazı kişilerle bir arada bulunmaktadır.” Paul Valery bu sözü söylerken aslında insanın bazen o kuru kalabalıklar arasında, o içi boş kalabalıklar arasında ve o iki yüzlü çıkarcı insanlar arasında ne kadarda yalnız kaldığını ve ne kadar da anlamsızlaştığını anlatmak ister bize. J. Davies ise:”Yalnızlığı seviyorum, çünkü o beni yalnız bırakmıyor” derken; sanki beni tarif eder gibi, içine düştüğüm o durumu tarifeder gibi. Çünkü adına yalnızlık denilen o olgu, o yaşam biçimi istesemde, istemesem de yakamı bırakmıyor ve git desemde bir türlü gitmiyor. Ve sanki adına tanrı denilen o asıl yaratıcı güç; herhalde beni de tıpkı kendisinin içinde bulunduğu o sonsuz yalnızlıklarla bir güzel sınamak istiyor. Çünkü yalnızlık, o varlık nedenimiz olan o yüce tanrıya dair en asil kavramdır, en derin kavramdır.

Erich fromm :”Yalnız kalabilme yeteneği, sevebilme yeteneğinin tek koşuludur” der. Thoreau ise bu konuda:”Asıl yalnızken, yalnız değildim” derken sanki beni tarif ediyor gibiydir. Çünkü ben yalnız kaldığımda asıl gerçeğe ulaşırım, asıl hayallerime geri dönerim ve asıl manevi doyumuda işte o zaman elde ederim. Andre Gide :” Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar” derken; insanın asıl kişiliğinin oluşmasında ve asıl kimliğinekavuşmasındaki en büyük araçlardan birisininde o yalnızlık olduğunu ifade etmek ister. Ve devamında da bize şöyle seslenir:” Umutsuzluk nedeniyle korkup kaçma. Umut umutsuzluğun ötesindedir. Aş, yürü, geç onu. Karanlık geçitin ötesinde ışık bulacaksın.” O değerli insan Epictetos ise konuya daha farklı bir pencereden bakarak ve daha farklı bir açıdan yaklaşarak şöyle der:” Geceleyin kapılar kapanıp da lambalar söndüğü vakit odamda yalnızım deme, yine yalnız değilsin.”

Böylesine mana derinliği çok yüksek olan bütün bu güzelim sözleri birbir okuyan o yalnızlıklar adamı Veysel Baba; artık yeni bir karar aşamasına gelmişti. Ve bundan sonraki o yaşam yolculuğunda daha fazla darbe almamak için ve daha fazla hüsrana uğramamak için kendi kendisine bir takım yeni kararlar aldı. Ve böylelikle de kendisini o kuru kalabalıkların, o içi boş yaşamların, o çıkar temelli ilişkilerin, o sahte arkadaşlıkların ve o yapay dostlukların onun bundan sonraki o yaşamında herhangi bir anlamı kalmamıştı. Ve artık bundan sonraki yaşamında o alkol dolu geceler, o içki dolu geceler ve rengarenk ışıklarla dolu o gece alemleri bir yerlerde onu beklemekteydi. Ve kendisini ihanete uğramış bir zavallı gibi hissden o siyaset yorgunu adam; Londra’nın o rengarenk ışıklarla dolu o gece aleminin içine öyle bir daldı ki bir daha hiç kimse ona dair bir ize, bir işarete rastlamadı. Ve bu şekilde de yıllar yılları kovaladı. Taki o yalnızlık deryası içinde o adam; kendi kendisini bulana kadar, asıl gerçeğe ulaşana kadar.