Emanet Para

Emanet, gerek sözlük olarak gerekse içerik olarak ve gerkese manadaki derinlik olarak çok değerli bir kavramdır çok yüce bir kavramdır.bazen kutsal bir içeriği de barındıran o emanet sözcüğü duyduğumuz anda hepimizde şöyle biraz sarsılırız ve o anda bütün bedenimizi bir heyecan sarar bir korku sarar ve bir ürperti hali tüm bedenimzi öylece kaplar. Ve o anda manevi dünyamızın o sonsuz derinliklerinde cevabını  asla bulamayacağımız bir bilinmezlikle karşılaşırız. Ve sanki bir sorgu tünelinden ngeçmişteki kutsal emanetlere dairbazı olaylar bazı yaşanmışlıklarve bazı ihanetler aklımıza gelir.

Mana derinliği çok büyük olan emanet kavramı; içinde barındırmış olduğu o anlam itibariyle de bazen asıl kişiliğimizin ortaya çıkmasında veya oluşmasında en temel araçlardan birine de dönüşebilir. Örneğin emanete hainlik etmek gibi bir sözcük, br kavram; ne kadar da biz insanları anlatır veya biz insanları dile getiren bir kavrama dönüşür. Sadece biz insanlara dair bir kavram olan emanet sözcüğü aslında asıl anlamını da o dinsel kökenlerde bulur, dinsel terimlerde bulur. Şu ölümlü dünyada gözümüzle gördüğümüz herşey ama herşey bize bir emanettir. Örneğin bu bir can da olabilir, bir malda olabilir, bir sözcükte olabilir ve bir sırda olabilir ve kutsal bir obje olabilir. O değerli insan Mevlana Jalaluddin-i Rumi:” Hiçbir mal sizin değil, neyi bölüşemiyorsununz? Hiçbir can sizin değil, niye dövüşüyorsunuz?” derken de; işte bu yalın gerçeği işaret etmekte ve herşeyin bize bir emanet olarak verildiğine dakkat çekmekte.

Ve bizlerin emanet para adını vermiş olduğumuz bu anlam yüklü hikayemizin asıl kahramanlarından biri olan irlandalı dostumuz; Londra2nın kuzeyindeki  o Muswell Hill bölgesinde yaşamaktadır. Adı şimdilik bizde saklı olan bu irlandalı dostumuz aslında gençlik dönemlerinde çok iyi bir araba yarışçısı olduğu için;söz konusu bu hikayemize de sırf bu özelliğinden dolayı dahil olmuştur. O kiraqladıkları bir evde oturan bu irlandalı dostumuz kanser hastası bir eşi ile iki de kız çocuğu vardır. Gençlik dönemlerinde adeta para, pul içinde çok gösterişli bir yaşam sürdüren bu irlandalı dostumuz; ilerleyen o süreç ile birlikte artık ailesini bile doğru dürüst geçindiremeyecek bir duruma gelmiştir. Yani yaşamın o acımasızlığı, o kural tanımamazlığı burada da devreye girmiş ve o çirkin yüzünü burada da kendisini göstererek; bu güzel ailenin o mutlu yaşamını  adeta bir cehenneme çevirmişti. Adına mutluluk denilen o güzel kavram, artık o örnek aileden çok uzaklarda bir yerlerdeydi. Aile kavramının kutsallığına değer veren ve kişilikli yaşamından da asla taviz vermeyen bu İrlanda’lı dostumuz; bütün bu olumsuzluklara rağmen yinede ayakta kalabilmek için ve yaşamın o acımasız kurallarına teslim olmamak için gece gündüz çalışıyordu ve bütün varını yoğunu ortaya koyuyordu. Çünkü onun kanser hastası bir eşi vardı ve onunla evlendiğinde de; iyi günde, kötü günde birlikte olacaklarına ve birbirlerine sahip çıkacaklarına dair yemin etmişlerdi. Ve artık gün, söz konusu o yemini tutma zamanıydı ve o fedakarlığı gösterme zamanıydı. Çünkü orada kanser hastası fedakar bir anne ile, çok güzel iki de kız çocuğu vardı.

Bütün bunların bilincinde olan İrlanda’lı dostumuz iyi bir aile babası olabilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Adam, o zor şartlar altında gerek ailesini geçindirebilmek için, gerek kızlarının okul masraflarını karşılayabilmek için ve gerekse de sevgili eşinin o çok yüksek maliyetli kanser hastalığına ekonomik yönden bir katkı sunabilmek için her yolu deniyordu. Adam, o zor koşullar altında bazen gündüzleri bir takım inşaat işleriyle uğraşırken, bazen de geceleri bir mini cab ofisinde taksi şöförlüğü yapmaktadır. Böylesine yoğun bir iş temposu içinde ve böylesine çılgın bir koşuşturma içinde bir yaşam sürdürmeye çalışan o çaresiz adam; artık doğru dürüst uyuyamamaktadır ve hatta dünyalar kadar çok sevdiği kızlarını bile doğru dürüst görememektedir. Zaman ve şartlar artık o ailenin alehine işliyordu ve içine düştükleri o çaresizlikte adeta o ailenin üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Çünkü evin annesinin sağlık durumu daha da bir kötüleşmişti. Ve bir an önce ameliyat edilerek tedavi altına alınması gerekiyordu. Ve bizim o iyi kalpli İrlanda’lı dostumuz içine düşmüş olduğu o çaresizlikten bir çıkış yolu ararken; gecenin ilerleyen bir saatinde ona bir telefon geldi. Telefondaki kişi, hemen o gece onunla görüşmek istiyordu. İrlanda’lı dostumuz bu sürpriz telefon görüşmesi üzerine hemen giyindi ve telefonda belirtilen o yere gitti.  Burası bir oto tamirhanesi gibi bir yerdi ve içeride toplam üç kişi onu beklemekteydi. Kısa bir ön tanışmadan sonra ; telefonda kendisini arayan arkadaşı, ona yapılacak olan o işe dair birtakım bilgiler anlattı. Ve arkadaşının anlattığına göre de bu bir uyuşturucu işiydi. Ve bu işin sonunda da herkes kazanacaktı.

Böylesine tehlikeli  bir işi yapabilmek içinde, onların çok iyi araba kullanan şöföre ihtiyaçları vardı. Ve uyuşturucunun teslim alınacağı o gece arabayı kullanacak olan kendi arkadaşları bir anda ortadan kalbolduğu içinde; onların çok acilen iyi araba kullanan bir şöföre ihtiyaç doğmuştu. Ve işte böylesi bir ihtiyaçtan dolayıdır ki;bu iş için onu çağırmışlardı. İçlerinden biri de bizim İrlanda’lı dostumuzu çok iyi tanıdığı için ve onun çok iyi araba kullandığını bildiği için;çetenin liderine önermişti. O gece herşey en ince detayına kadar anlatıldı ve herşey yolunda giderse eğer;bu işin karşılığında bizim İrlanda’lı dostumuza toplamda ellibin pound ödeyeceklerini söylediler. Ve bu para karşılığında ondan sadece çok iyi araba kullanmasını ve herhangi bir tehlike karşısında da ona teslim edilecek  olan o içi para dolu çantaya çok iyi sahip çıkmasını istediler.

İrlanda’lı, böylesine tehlikeli ve böylesine ağır sorumluluk gerektiren bir teklif karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırdı. Çünkü o iyi bir aile babasıydı, örnek bir insandı ve böylesine yüz kızartıcı suçtan dolayı da hem kendisini hem de o çok sevdiği ailesini lekelemek istemiyordu. Adam, o anda adeta iki arda bir derede kalmış gibiydi. Bir yanda ailece yaşadıkları o ekonomik sorunlar, bir yanda eşinin sağlık sorunları ve bir diğer yanda da kız çocuklarının o eğitim durumları. Ve bütün bunların tam karşısında ise;yüz kızartıcı bir suçtan dolayı yakalanıpta yıllarca içeride yatma durumu. Fakat içine düşmüş olduğu o çaresiz durum ve o çok sevgili eşinin daha da ilerleyen o kanser hastalığı onu böylesine yüz kızartıcı bir işi kabul etmeye adeta zorlamaktaydı. Çünkü devir, paranın devriydi ve bütün kapılar onun sayesinde ardına kadar açılıyordu. Ve var olan bütün sorunlarda yine o lanet olası paranın sayesinde bir bir çözülüyordu. Para bir yandan insanların sorunlarını çözerken , bir diğer yandan ise insanlara çeşitli suçlar işletip onların o güzelim hayatlarını karartmaktaydı, o güzelim geleceklerini esir almaktaydı.

Paranın, biz bütün insanları adeta suç işlemeye davet eden çekiciliği ve o dayanılmaz vazgeçilmezliği; burada bir kez daha o çirkin yüzünü göstererek bizim İrlanda’lı dostumuzu da bir anlamda çaresiz bırakmıştı. Ve öyle görünüyordu ki zafer yine o kirli paranındı, yine o şeytani paranındı. Ve yine adına para denilen o şeytani ürün asıl gücünü  göstererek bizim İrlanda’lı dostumuzu da suç işlemeye davet etmişti. Haftalardır o iyi kalpli eşini tedavi ettirebilmek için kendince bir çıkar yol arayan bu çaresiz adam; en sonunda o kirli işi kabul etmek zorunda kaldı. ve gecenin epeyce ilerleyen bir saatinde diğer uyuşturucu mafyasıyla buluşmak üzere oradan ayrıldılar.

Uyuşturucu işi hem tehlikeliydi, hem yüz kızartıcıydı, hem şeytani bir yönü vardı, hem insanları zehirlemektedydi ve hem de içinde binbir türlü ihanet , entrika vardı  ve bu karanlık alemde de;ihanetin bedeli çok ağırdı. Fakat bütün bunlara rağmen adına ihanet denilen o şeytani düşünce veya istem burada da devreye girmiş ve teslimat noktasında iki taraf arasında çok şiddetli bir çatışma yaşanmıştı. Ve daha sonra bu çatışmaya poliste karışınca bir anda ortalık kan gölüne dönmüştü. O sırada kendisine teslim edilen o parayla birlikte arabanın içinde beklemekte olan İrlanda’lı dostumuz; grup liderinin daha önceden kendisine vermiş olduğu o talimat doğrultusunda hemen arabayı çalıştırarak hızla oradan uzaklaştı. Çünkü kendisine emanet edilmiş olan o çantanın içindeki paranın güvende olması gerekiyordu.

Bu düşünce içinde en önde bizim İrlanda’lı dostumuz ve arkada ise birkaç polis arabasından oluşan bir ekip ile birlikte;gecenin o bir hayli ilerlemiş saatinde o boş sokaklarda çok sıkı bir takip süreci yaşamaya başladı. Gençlik dönemlerinde çok iyi bir araba yarışçısı olan bizim İrlanda’lıyı yakalamak neredeyse imkansız gibiydi. Ve böylesine heyecan verici bir takip süreciyle birlikte bizim İrlandalı dostumuz o eski dönemlerine döndüğünü düşündü. Çoktandır böylesine heyecan dolu bir anı hiç yaşamamıştı. Adam, sanki kanatlanmış bir şekilde o sokakları, o caddeleri ve o kavşakları bir bri geçiyordu. Bu haliyle onu tutmak, onu yakalamak, onu sıkıştırmak neredeyse imkansızdı.

Bir yanda o eski araba yarışçısı, bir diğer yanda ise Londra gecelerinin uykusuz bekçileri, o asıl bekçileri polislewr olduğu halde sırasıyla önce Enfield, daha sonra ise Edmonton, Tottenham, Wood Green,Turnpike Lane, Manor House, Stamford Hill ve en sonunda da Stoke Newinton’ u da içine alanbir takip süreci yaşandı. Bu müthiş kovalamacaya, bu amansız takibe taha sonradan aşağıyı aydınlatan bir polis helikopteri de karışınca; olay daha da renklenmiş ve daha da heyecanlı hale gelmişti. Ve ortada sanki bir film sahnesini andırır görüntüler vardı ve bizim irlandalı dostumuz da; bu sahnenin içinde asıl başrol oyuncusu gibiydi, asıl kahraman gibiydi. Fakat bu çok kötü bir filmdi ve seneryosu da yürek burkan cinstendi.

Saatlerce süren bu amansız takipten ve kovalamacadan sonra; bizim irlandalıda yavaş yavaş yorgunluk emareleri göstermeye başlamıştı. Bu şekilde daha ne kadar kaçabilirdi ki ve daha ne kadar bu amansız takibi sürdürebilkirdi ki? Artık yakalanması an meselesiydi ve her an kazayada uğrayabilirdi. Adam, içinde bulundu o şartlar altında böylesine bir tehlikeyi aklına dahi getirmek istemiyordu. Çünkü yakalandığı an hemen gözaltına alınacaktı, tutuklandıktan sonra bir cezaevine konulacaktı, kendisine emanet edilmiş olan o paralara el konulacaktı ve yargılandıktan sonra çok ağır bir cezaya çarptırılacaktı. Adam, böylesi bir duruma düşmemek için hemen o meşhur Yucatan Bar’ın bitişiğindeki o ara sokağa dalarak bir anlamda izini kaybettirmek istedi.

Saat sabahın üçü gibiydi ve o sırada, o zorlu yaşam zorlu yaşam yolculuğunda çok ağır darbeler aldıktan soınra kendisini o rengarenk ışıklarla dolu o gece alemini içine atarak bir anlamda izini kaybettirmek isteyen o yaşam yorgunu Veysel Baba; o gece eylence nöbetini daha yeni bitirmiş bir halde Yutacan Bar’dan ayrıldı. Adam bütün günü ve geceyi alkol alarak geçirdiği halde geçirdiği halde hızını alamamıştı. Fakat barın kamanma saati çoktan geldiği için artık ona da yol görünmüştü. Bu varlık yokluk savaşımında mücadeleyi kaybetmiş bir yorgu savaşçı olarak kendini o içki aleminin içine atan adam çaresiz bir şekilde bardan ayrıldı ve hemen karşıdaki o bus durağına yöneldi. O anda amansız bir takibin içinde olan polis arabalarının siren sesleri ve yukarıda öylece dönüp duran o polis helikopterinin pervane sesi bile artık o siyaset yorgunu adamın dikkatini çekmiyordu. O gürültü içinde yolun karşısındaki bus durağına yönelen adamın her nedense orada o bus durağında böylece beklemekte olan bir genç bayanın birkaç serseri genç tarafından rahatsız edildiği dikkatini çekti. Adam, hemen oraya müdahale ederek o serseri kılıklı gençleri oradan uzaklaştırdı. Adam o bölgede çok iyi tanındığı için ve söz konusu o gençler de onu çok iyi bildikleri için daha fazla direnmemişlerdi.

Orada, o bus durağında böylece beklemekte olan o genç bayan; böylesine iyi kalpli ve böylesine cesur tavır sergileyen adama teşekkür etti. Londra’nın gizem dolu gece hayatında böylesine sahnelere alışkın olan bizim Veysel Baba’da kendisine teşekkür eden o genç bayana hiç önemli değil gibisinden bir yanıt verdi. Ve daha sonra o gece bus gelinceye kadar da; orada, o bus durağında öylece bekleyen o iki insan arasında çok derin bir sessizlik yaşandı. Gecenin o ilerlemiş saatinde bütün bir şehir çok derin bir uykudayken;orada, obus durağında öylece beklemekte olan bu iki insan ise sanki günü daha yeni bitirmiş bir halde gelecek olan o bus ü bekliyorlardı.

Ve sanki bir takım gizemli güçler o anda devreye girmiş ve apayrı dünyalara ait bu iki insan gecenin o ilerlemiş saatinde o bus durağında buluşturup, bir araya getirmişti.

Ve biraz sonra onların beklemiş oldukları o gece busı gelince; onlarda kendi evlerine gitmek için sırayla o bus e bindiler. Sabahın o erken saatinde binmiş oldukları o busın içi öyle fazla kalabalık değildi. Sabahın bu erken saatinde yola düşen bu insanların bir çoğu en ağır işlerde çalışmaktaydılar. Gerek belediye işlerinde, gerek bir takım özel şirketlerde veya firmalarda ve gerek se de bir takım sağlık sektöründe çalışan bu insanlar; aslında en saygı duyulması gereken insanların en başında gelmekteydiler. Çünkü içlerinden bazıları çöpçülük gibi, temizlikçi ügibi, kapıcılık gibi, güvenlik görevlisi gibi, nakliye gibi, taşımacılık gibi, posta dağıtıcılığı gibi, şöförlük gibi ve hasta bakıcılığı gibi çok ağır ve bir o kadar da sorumluluk gerektiren işlerde çalışan bu insanlar sayesindedir ki; bütün bu sistem hiç kesintiye uğramadan öylece yoluna devam edebilmektedir.

Veysel Baba,o anda şehir yaşamının  o vazgeçilmez düzeninin sağlamak için sabahın bu erken saatinde yola koyulan bu güzel insanları görünce; kendinde bir eksiklik, bir mahcubiyet ve bir utangaçlık hisstti. Eskiden işçilerin, emekçilerin ve alın teri döken bütün insanların hakkını savunan ve onlar için birçok bedeller ödemiş o yürekli adam; şimdi ise hep karşı çıktığı o kapitalist sistemin bir parçası haline gelmişti. Ve siyaset yorgunu bir adam olarakta o sistemin içinde öylece eriyip gitmekteydi, öylece yok olup gitmekteydi. Ve istenmeyen durum onun için kesin bir yenilgi gibiydi. Zafer yine o rengarenk ışıklarla dolu o kapitalist sistemin olmuştu ve bir zamanlar bütün o faşistlerin, bütün o işkencelerin, bütün o soyguncuların ve bütün o iş birlikçilerin karşısında adeta tir tir titrediği o efsanevi adam; artık yenilgiyi kabul etmiş bir şekilde o gece klüplerinde adetabir utanç abidesine dönmüştü.

Veysel Baba o uykusuz haliyle o perişan haliyle binmiş olduğu o busuniçinde bütün bunları düşündü. ve utanç verici halde kendisini daha da bir yalnız hissetti, daha da bir suçlu hissetti. Adam, yaşamın asıl gerçekleri ile daha da fazla yüzleşmek için ve daha da fazla acı çekmemek için bir an önce eve varmak istedi ve derin bir uykuya dalmak istedi.ç o sırada kendi kendisini sorgulama sürecinden geçiren Veysel Baba; bütün bunları düşünürken içinde bulundukları bus aniden durdu. Çünkü ana yol polis tarafından trafiğe kapatılmıştı ve açılacağıda yok gibiydi.şöför daha fazla ileri gidemeyeceğini ve yolun yeniden trafiğe açılmasını beklemek zorunda oldukları söyleyince; yolcular hemen bus ten inip yolları yaya bir şekilde devam etmeye karar verdiler.

Biraz ileride polisin çevirdiği o alanda çok büyük bir kaza olmuştu ve bu şartlar altında da o yolun çık kısa süre içinde yeniden trafiğe açılması hemen hemen imkansız gibiydi. Evi, olayın yaşandığı bölgeden fazla uzakta olmayan Veysal Baba kendi kendisine:” Burada, bu busun içinde böylesine çaresiz bir şekilde beklemektense; birkaç dakikalık bir yürüyüşle çok rahatlıkla kendi evime varırım. Ve sayede biraz olsun kendime gelirim “ dedi ve oda tıpkı diğerleri gibi busten inmeye karar verdi. Tam busten iniyorduki, o sırada bus durağında karşılaştığı o genç bayanı fark etti. Ve ona:” bu yolun açılacağı yok gibi. İsterseniz benimle gelebilirsiniz. Biraz ileride bir başka bus hattı daha var ve oradanda istediğiniz yere gidebilirsiniz. Size oraya kadar eşlik edebilirim.” Deyice; o genç bayan da bu teklifi kabul etti. Ve bu şekilde bizim Veysel Baba ile o genç bayan busten inip yollarına devam ettiler. Biraz sonra da kazanın yaşandığı o bölgeye geldiklerinde de hem olayın korkunçluğuna tanık oldular ve hemde kazaya sebep olan kişinin yaralı bir şekilde polis takibinden kaçarak izini kaybettirdiğini yine oradaki o polis telsizinden öğrendiler.

Yukarıda öylece dolaşıp duran ve bir yandan da o kaçan o kişinin yerini tespit etmek için aşağıdaki o sokakları aydınlatmaya çalışan o polis helikopteri; sanki o olayın sıradan bir kaza olmadığını ve o kazadan yararlı bir şekilde kurtulupta kayıplara karışan o kişinin de öyle sıradan bir adam olmadığını işaret eder gibiydi. Gecenin o ilerlemiş saatinde yolda yürüyen Veysel Baba ile o genç bayan arasında bir sohbet ortamı oluşmuştu. O anda her ikisi de üzerinde yürüdükleri o yolun hiç bitmesini istemediler sanki. Fakat o genç bayan bir hastanede çalışmaktaydı ve acilen işine yetişmek zorundaydı. Bir yandan hızlı hızlı yürürken, bir diğer yandan sohbet ediyorlardı ve birbirlerine telefon numaralarını veriyorlardı. Ve sabahın dördü gibi o genç bayanı bir başka busa bindiren Veysel Baba; büyük bir mutluluk içinde yoluna devam etti.

Gece aleminin en vazgeçilmez müdavimlerinden biri olan Veysel Baba’nın en sevdiği şeylerden birisi de; sabahın erken saatinde bütün bir Londra en derin uykusundayken o boş sokaklarda, o tenha kaldırımlarda adeta bir avare öylesine gezip dolaşmaktı. Adam, bu şekilde yapayalnız bir halde o boş sokaklarda öylesine serseri bir biçimde dolaşırken; kendi kendine bir çok hayaller kuruyordu ve yaşamın o asıl şifresini çözmeye çalışıyordu. Hele şu  Shoreditch Park’în yanına geldiğinde ve onun içinde yürüpte evine vardığı o yolda; onun o sınırsız hayalleri ve düşleri daha da bir renkleniyordu, daha da bir sınırsız hale geliyordu. Ve o hayalperest adam, bir takım yeni hayaller kurmak için o çok sevdiği Shoreditch  Park’ın yanına geldiğinde ve oradaki o hayal yolunda yürüyerek evine varmak istediğinde; orada, o pakın kenarında bulunan o çalılıkların içinden bir ses geldiğini farketti. Ve hemen sesin geldiği o yere doğru yönelince de orada eli yüzü adeta kan içinde kalmış bir adamı farketti. Veysel Baba hemen o adama yardım etmek istedi. Adamın başı yarılmıştı, hem ayak bileği kırılmıştı ve hem de çok kan kaybetmişti.

Veysel Baba’ nın o yoğun gayretiyle ve yardımsever davranışıyla biraz olsun kendine gelen o talihsiz adam; korku dolu bir ses tonuyla kendisine yardım eden adama:”  Eğer gerçekten bana yardım etmek istiyorsan, o zaman şuarda duran o çantayı al ve hemen buradan uzaklaş. Çünkü şuan bütün Londra polisi hem benim peşimde ve hem de şu içi para dolu çantanın peşinde. Ayak bileğim kırıldığı için daha fazla kaçamadım ve bu işe bu şekilde kaçıp kurtulmam da imkansız gibi. Fakat bana emanet edilmiş olan bu çantanın ve içindeki paranın polisin eline geçmemesi gerekiyor. Polisin bu şekilde beni yakalaması an meselesi. Şimdilik senden istediğim;  şu içi para dolu çantayı alıp götürmen ve ben, seni buluncaya kadar da bir yerde onu saklaman. Ortada benim ve ailemin hayatı söz konusu ve ortada birilerine verilmiş bir söz var. Bu iyiliğini asla unutmayacağım. Asla da karşılıksız bırakmayacağım” dedikten sonra, cebinden bir kağıt çıkardıktan sonra son bir kez:”  Bunun üzerinde benim ev adresim var. Ve o evde de çok acil ameliyat olması gereken bir insan var. Eşimin hem ameliyat olması için ve hem de çok iyi şartlarda tedavisini sürdürebilmesi için böylesi bir işe giriştim. Fakat ihanet devreye girince; bende polise yakalanmamak için kaçtım, ama yapınca da işte bu hale geldim. Sen şimdi bu çantanın içinden ellibin poundu alıp mutlaka eşime ulaştır. Fakat dikkatli ol. Çünkü bu olaydan sonra polis evimi yakın takibe alabilir. Böylesi bir işe karıştığım için çok uzun bir süre içeride kalacağım.  Bu zaman zarfında da hem aileme hem de şu çantanıniçindeki emanet paraya sahip çık. Ben içeriden çıktıktan sonra gelir seni bulurum. Bütün bunları canı yanan bir insan olarak söylüyorum. Çaresizlik insanı, bazen hiç istemediği işlere bile yöneltebiliyor. Lütfen emanete sahip çık ve daha fazla burada oyalanma. Dört bir yandan polis beni arıyor iken, senin yakalanmanı hiç istemem. Çantayı al ve buradan git” dedikten sonra, içi para dolu o çantayı Veysel Baba’ya teslim etti.

Yukarıda polis helikopteri öylece dolaşıp dururken ve aşağıda da dört bir yandan polis var olan çemberi daha da bir daraltırken; Veysel Baba daha fazla orada, o parkın ortasında kalmaması gerektiğine karar vererek hemen oradan uzaklaştı. Adam, bir elinde içi emanet parayla dolu çanta olduğu halde o hayal yolundan geçerek evine vardı. Büyük bir korku içinde hemen evin balkonuna çıktı ve o ana kadar kendisini takip eden birilerinin olup olmadığını kontrol etti. Çünkü istemeyerekte olsa büyük bir işe girmişti ve çok tehlikeli bir işe bılaşmıştı. Herkesle mücadele edebilirdi, ama uyuşturucu mafyasıyla mücadele edebilmesi bu şartlarda imkansız gibi birşeydi. Ve bundan dolayı da kendisine emanet edilen o paraya mutlaka sahip çıkmalıydı. Ve ayrıca ortada verilmiş bir söz vardı.

Sıradışı bir yaşam – 3

Düşünen bir varlık olarak insanoğlu iyiliği ve kötülüğü, sevabı ve günahı, adaleti ve hukuksuzluğu, sevinci ve üzüntüyü, güzelliği ve çirkinliği, kutlamayı ve matemi, galibiyeti, sahiplenmeyi ve ihaneti çok rahatlıkla ayırt edebilir ve kendisine en uygun olanı benimseyip, özümsedikten sonra öylece yoluna devam eder. Fakat bu çile dolu yol, bu hüzün dolu yol; hem çok zahmetlidir, hem birçok engelle doludur, hem birçok kavşakla doludur, hem bir sınav yeri gibidir, hem bir seçim yeri gibidir, hem bir tercih yeri gibidir, hem çok yorucudur, hem çok uzundur, hem sevinç ve mutluluk yüklüdür ve hem de gözyaşı  ve matem yüklüdür.

Ve biz insanoğlunu bu çile dolu yaşam yolunda asıl galibiyete, asıl yenilgiye götürende; işte bizim o kavşak noktalarında vermiş olduğumuz  o birtakım kritik kararlardır, tercihlerdir. Ve bu kritik kararlar bazen bizleri o sonsuz mutluluklara götürdüğü gibi, bazen de bizleri o gözyaşı yüklü günlere, o matem dolu günlere sürükler. Ve bu hüzün dolu yolda, bu sevgi dolu yolda; kimileri de asıl olanı görüp maneviyata değer verirler ve bilinen o gerçeğe doğru çok kararlı bir yürüyüş gerçekleştirirler.

Hatalar ve yanlışlar; yeni keşiflerin, yeni doğruların giriş kapılarıdır. İnsan, hata yapa yapa asıl doğruya ulaşır. Zaten hata olmasaydı, yanlış olmasaydı doğrunun da herhangi bir anlamı olmazdı. Zaten kötülük olmasydı, iyilik diye bir şey olmazdı. Zaten günah diye bir şey olmasaydı, sevap diye bir şey olmazdı. Zaten şeytan olmasaydı, melek diye bir şey olmazdı. Zaten ölüm diye bir şey olmasaydı, yaşam diye bir şey olmazdı. Zaten cehennem olmasaydı, cennet diye bir şey de hiç olmazdı. Çünkü iyilik, kötülükle beraberdir. Çünkü günah, sevapla beraberdir. Çünkü yaşam, ölünle beraberdir. Çünkü zıtlıklar ve aykırılıklar; birbirlerinin varlık nedeni gibidirler. Sartre:”İnsan, insanın cehennemidir” derken; insanın bu zorlu hayat yolunda kendi cennetini de, kendi cehennemini de yine kendi elleriyle inşa ettiğini bizlere anlatmak ister. Yani cennette bizim elimizin altındadır, cehennem de. Buna karar verecek olan da bizim aklımızdır, bizim mantığımızdır ve görüpte, yaşadıklarımızdır. Ve bütün bir yaşam boyunca yapılan o hatalar, o yanlışlar en sonunda bizleri doğru olana götürür. Yeter ki buna o vicdanımız el versin, o insani duygularımız el versin.

O büyük devrimci Che Guevara:” Hayatta öyle seçimler yap ki; kazandığın şeyler, kaybettiklerine değdeğsin” derken; aslında bizlere en güzel mesajlarından birini verir. Çünkü bizlerin daha yolun en başında yapmış olduğumuz o seçimler, o tercihler ; aslında bizim o yol haritamızı belirler ve asıl kimliğimizde bu şekilde oluşur. Ve o seçimler sayesinde de, o tercihler sayesinde de; kimimiz o sonu gelmez kötülüklere doğru öylece savrulup dururken, kimimiz ise bir iyilik meleği gibi, bir sevgi çiçeği gibi o güzelliklere doğru öylece bir yol alır.

Yaşam adeta bir tiyatro sahnesi gibidir. Ve orada, o tiyatro sahnesinde iyilerde vardır, kötülerde. Ve yine arda, o tiyatro sahnesinde bir takım kötü niyetli insanlar; en kötü, en acımasız oyunlarını sergileyip bütün bir dünyayı cehennem vari bir ateşin içine atmak için adeta şeytanla işbirliği yaparken, yine aynı sahnede bir takım iyi niyetli insanlarda; en güzel oyunlarını, en insancıl oyunlarını bir güzel sergileyip bütün bir dünyayı, bütün bir insanlığı cennet vari bir yaşamın içine çekmek için adeta yaradanla ve onun o melekleriyle işbirliği yaparlar. Ve bizler  orada, o tiyatro sahnesindeyken kendimize göre bir takım düşler kurarız, bir takım hayaller oluştururuz ve bir takım kurguların peşinden gideriz. Ve işte o düşler, o hayaller ve bütün o kurgular;bizim gelecekteki o yaşamımızı, o hayat çizgimizin en temel noktalarını oluşturur ve asıl kimliğimizin oluşmasında, asıl kişiliğimizin ortaya çıkmasında bizze yardım eder, bize yol gösterir.

Ve işte tam da bu noktada kimileri o şeytani arzularına veya istemlerine yenik düşüp o sonu gelmez kötülüklerin peşinden öylece kaşuşturup dururken, kimileri de tıpkı bizim o Veysel Baba gibi o şeytani arzuları veya istemleri dışlayıp bütün bir dünyada sevgiyi, barışı, kardeşliği ve dostluğu egemen kılmak için çok zorlu bir mücadeleye girişirler. Çünkü sevginin olmadığı bir yerde iyilikte olmaz, güzellikte olmaz ve karşılıklı anlayışta olmaz. Çünkü sevgi; iyilikle beraberdir, güzellikle beraberdir. Ve sevginin olmadığı bir yerde gerek insanları ve gerekse de toplumları bir arada tutmak ve onları bir takım ortak paydalarda veya ortak değerlerde buluşturmakta hemen hemen imkansız gibidir. Ve yine toplumları var eden, bir arada tutan o adalet kavramı günün birinde sarsıldığında veya kötü niyetli birileri tarafından adeta yerle bir edildiğinde; toplumlar çok büyük acılara uğrarlar ve o acılarla birlikte de kendilerini prangalara vurulmuş bir şekilde o karanlık tünellerde bulurlar, o kör kuyularda bulurlar ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi o sğuk hücrelerde bulurlar.

Bütün o haksızlıklara, adaletsizliklere ve eşitsizliklere karşı çıktığı için ve o zalimlerden, o zorbalardan, o hırsızlardan, o işkencecilerden birbir hesap sorduğu için bir ihanet tezgahıyla gözaltına alınan ve o soğuk hücrelerde çırılçıplak bir  vaziyette insanlık dışı bir takım işkencelere maruz kalan o yorgun adam, o çaresiz adam ve o perişan adam; o karanlık hücrede, o soğuk hücrede bütün bunları düşündü. Dava arkadaşları tarafından nasılda ihanete uğradığını düşündü. Orada, o soğuk hücrede günlerce aç susuz bir şekilde o zavallı halini düşündü, o perişan halini düşündü, o yapayalnız halini düşündü. O işkenceci polisleri düşündü, onların o ruh halini düşündü ve insanlıktan nasibini almamış o canavar hallerini düşündü. O demir parmaklıkları düşündü, o karanlık hücreyi düşündü, o beton zemini düşündü ve o çırılçıplak halini düşündü. Günde birkaç sefer soğuk suyla yapılan o işkenceleri düşündü ve bir zamanlar dışarıda iken kendisinden korkan o işkenceci polislerin şimdi burada nasılda sahte bir kahramana dönüştüklerini düşündü.

Ve o soğuk hücrede artık yaşamın kıyısına geldiğini düşünen Veysel Baba; bütün o hayal kırıklıklarından sonra, bütün o terkedilmişliklerden sonra ve bütün o ihanetlerden sonra artık yenilgi aşamasına gelmişti. Çünkü o artık yapayalnız bir haldeydi ve öylece terkedilmiş bir haldeydi. Çünkü o, o çok sevdiği arkadaşları tarafından ve o çok güvendiği yoldaşları tarafından ihanete uğramıştı. Ve artık yolun sonuna geldiğini düşünen Veysel Baba bir ara kendi kendisine:” Ey Veysel Baba! Ey bir zamanlar o sokakları titreten adam! Ve ey bir zamanlar bütün o soygunculara, bütün o hırsızlara, bütün o düzenbazlara ve bütün o işbirlikçilere, bütün o yalakalara dur diyen adam ve onların yüreklerine en büyük korkuyu salan adam! Hani nerede o bir zamanlar düşmanların adeta karşısında tıpkı bir sonbahar yaprağı gibi tir tir titrediği o adam? Hani nerede o işkencecilerden, o zalimlerden, o zorbalardan, o işbirlikçilerden, o yalakalardan, o dalkavuklardan, o hırsızlardan ve osoygunculardan birbir hesap soran adam? Hani nerede o işçinin, o emekçinin, o yoksulun, o ezilenin, o sömnürülenin ve o alınteri çalınanın hakkını geri almak için yola çıkmış o adam? Hani nerede o yoksul köylünün sesini duyurmak için ve onlara umut dolu bir yarın armağan etmek için yürekli bir mücadeleye girişen o adam? Hani nerede o bütün ezilenler, bütün sömürülenler, bütün işçiler, bütün köylüler ve bütün dünya halkları kardeştir diyen o adam? Hani nerede zenginden alıp fukaraya dağıtan o adam?

Ey zavallı Veysel Baba! Gerçekten de bu dünyayı değiştirmek veya ona bir çeki düzen vermek ; senin gib çaresize mi kaldı, senin gibi bir zavallıya mı kaldı? Bak işte; yine arkandan vuruldun, yine ihanete uğradın, yine o sonsuz yalnızlıklara terkedildin, yine o prangalara vuruldun, yine o karanlık hücrelere atıldın, yine o özgürlüğün elinden alınarak adeta bir bilinmezliğe tutsak edildin. Ve sen; bu varlık, yokluk savaşımında sadece bir gölge gibisin, bir köşe taşı gibisin ve öylece sahneye sürülmüş bir piyon gibisin,bir araç gibisin. Ve bu zorlu hayat yolculuğunda daha niceleri tıpkı senin gibi ne tür bedeller ödediler ve bu haklı dava uğruna ne tür acılara katlandılar.

Ve sen , ey Veysel Baba! Bakişte, yine o karanlık hücrelerde öylece sahipsiz bırakıldın ve öylece yalnızlıklara terkedildin. Ve o derin yalnızlıklar içinde en ağır işkencelere maruz kalırken; seni ne arayan var, ne soran var ve ne de bir arkadaşın, bir yoldaşın var? Di mi? Ve artık bütün o güzel düşlerin, hayallerin ve umutların şu an, bu soğuk hücrenin o karanlık ortamında, o özgürlükten yoksun ortamında birbir yok olup gittiğini ve bir hayale dönüştüğünü kabul etmeninde bir zamanı gelmedi mi?” şeklinde bir özeleştri yaptı. Ve eğer buradan sağ çıkarsa ve o özgürlüğüne yeniden kavuşursa; o zaman yenilgiyi kaybetmiş, yorgun bir savaşçı gibi kendisine yeni bir yol çizmeye karar verdi. Çünkü o artık yorgun bir savaşçıydı. Çünkü o artık ihanete uğramış bir savaşçıydı. Çünkü o artık yapayalnız bir savaşçıydı. Çünkü o artık, o soğuk hücrelerde öylece unutulmuş bir savaşçıydı. Çünkü o artık, o kör kuyularda öylece kaderi terkedilmiş bir savaşçıydı.

Ve bir sonbahar sabahı hem manevi olarak, hem ruhsal olarak ve hemde fiziksel olarak çökmüş olan o adamı serbest bıraktılar. Haftalardır aç susuz bir halde her türlü işkenceye maruz kalan o adamın artık yürüyecek takati kalmamıştı. Onu çözemeyeceğini anlayan o işkenceci zorbalar en sonunda onu serbest bırakmışlardı. Fakat adam o perişan haliyle de zaten yarı ölmüş bir şekildeydi. Sürekli karanlıkta kaldığı içinde artık güneş ışığına bakamıyordu. O insanlık dışı işkencelerden dolayı da vücudunda birçok yaralar oluşmuştu. Haftalarca aç susuz bırakıldığı içinde adeta bir deri, bir kemik kalmıştı. Artık ayakları onu taşıyamıyordu ve yolda sürekli düşüp bayılıyordu. Adam o haldeyken bile evine gitmek istemedi ve orada kendisini bekleyen o insanların hayatını daha fazla tehlikeye  de atmak istemedi. Çünkü o, illegal bir örgüt yöneticisiydi ve hala o askeri juntanın takibi altındaydı. Bütün bunları çok iyi bilen o siyaset yorgunu adam; önce birkaç dava arkadaşıyla yakın temasa geçti ve onlardan yardım talebinde bulundu. Fakat onun içinde bulunduğu o durumdan korkupta çekinen arkadaşları, ona bütün kapıları kapattılar ve onu kaderiyle başbaşa bıraktılar.

Adam o çaresiz haliyle, o yarı bitkin haliyle; o koskoca şehirde öylece yapayalnız kalmıştı. Birkaç gün mezarlıkta kalan adam, bir ara peşindeki o takipçilerden kurtulduğunda hemen o eski sığınağına gitti. Ve artık o sığınakta daha da güvendeydi ve gelecek planlarını da burada çok rahatlıkla yapabilirdi. Adma ilk önce o işkencelerden dolayı kaybetmiş olduğu o sağlığını biraz olsun yerine getirebilmenin bir uğraşısı içine girdi. Ve birkaç hafta sonra biraz olsun kendine geldiğinde; belli bir plan doğrultusunda kendisine işkence yapan o polislerden onların anlayacağı dilden birbir hesap sormaya başladı. Atalarından ona miras kalmış olan o savaşçı ruhu, o inatçı ruhu yine onu esir almıştı ve yine onu intikam almaya zorlamıştı. Aksi taktirde o zorbalardan, o işkencecilerden ve o katillerden hesap sormasa eğer; o işkence dolu günleri bütün bir yaşamı boyunca asla unutamayacaktı ve yarım kalan bir işi tamamlamadığı içinde bir ömür boyu hep vicdan azabı çekecekti.

Ve o yorgun adam, o yalnız adam düşündüğü herşeyi birbir yaptıktan sonra; bir ilkbahar sabahı o güzel ülkesini, o acılarla dolu ülkesini terk etti. Çünkü her an yeniden gözaltına alınabilirdi, yeniden o karanlık hücrelerde sorgudan geçirilebilirdi ve yeniden o insanlık dışı işkencelerden geçirilebilir. Ve zaten iyice yıpranmış olan bedeni belkide ikinci bir gözaltıyı veya ikinci bir işkence sürecini kaldıramayabilirdi. Ve ayrıca o ülkede, o askeri junta, ofaşist junta işbaşında olduğu sürece; o ve ona benzer diğer devrimcilerin, diğer sosyalistlerin ve diğer ilericilerin herhangi bir yaşam olanağı da hiç kalmamıştı. O zor şartlarda bir yolunu bulup ülkesinden ayrılan o çaresiz adam artık ülkesine dair bütün o yaşanmışlıkları, bütün o anıları ve bütün o hayalleri de birbir geride bırakmak istiyordu. Ve o sosyalist ideolojinin asıl kurucularından ve asıl fikir babalarından biri olan o büyük düşünür Karl Marx’a da bir anlamda ev sahipliği yapmış olan o yorgun şehir, o yağmur yüklü şehir Londra; belki de onun içinde güvenli bir liman olabilirdi.

Bütün  o hayllerini ardında bırakarak Londra’ya gelen adam; ilk önce kendisine bir oda tuttu. Daha sonra bir avukat kanlıyla o ülkede yasal oturum alabilmek için İçişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili dairesine bir başvuru yaptı. Adam çok kısa bir süre içinde de yaşadığı o bölgeye çok iyi bir uyum gösterdi. Kendisine bir takım yeni arkadaşlar edindi ve bir takım yeni uğraşların, yeni alışkanlıkların içine girdi. Günlük ihtiyaçlarını karşılamak için de, bir inşaat firmasında boyacılık yapmaya başladı. Ara sıra resim yapıp sattı, yeni açılan iş yerlerine elinden geldiğince ve gücü yettiğince tabela yazdı. Çok iyi para kazandığı o dönemlerde fırsat buldukça da Londra’daki o antika dükkanlarını, o ikinci el pazarlarını dolaşmaya ve oralarda vakit geçirmeye çalıştı. Yeni yeni insanlarla konuşmayı ve onlarla gerek resim üzerine, gerekse de antika üzerine konuşmayı çok seviyordu. Ve o adam, daha yeni ayak bastığı bu gizem yüklü şehirde biraz tanındıktan sonra ve birazda isim yaptıktan sonra; kendisini tamamen antikaya ve resim yapmaya yöneltti. O ilk dönemler herşey yolunda gidiyor gibi görünse de; zamanla o adam için bir takım sağlık sorunları kendisini göstermeye başladı. Ara sıra epilepsi benzeri bir takım ani bayılmalar, bir takım panik ataklar ve bir takım depresyonlar, travmalar ve korku nöbetleri yeniden ortaya çıkmış ve onun o huzurlu yaşamını yeniden kabusa çevirmişti işte,bir cehnneme çevirmişti işte. Yine o kabus dolu günler, o korku dolu günler ve o ani bayılmalar, o panik ataklar yeniden onun kapısını çalmıştı işte. Adam, çok kısa süren mutlu günlerden sonra; sanki yeniden o eski günlerine dönmüş gibiydi. Adına mutluluk denilen o yaşanılası anlar ve de zamanlar; sanki ona haram edilmişti ve sanki mutsuzluk onun tek kaderi olmuştu. Adam, görünür olarak öyle fazla kötü biriside değildi ve öyle fazla kötülüklere de imza atmamıştı. Fakat bir takım gizli güzler veya varlıklar sanki onu daha fazla sınamak için ve daha fazla acılara bağlamak için büyük bir uğraş içindeydiler. Ve artık adına mutluluk denilen o güzel şey, onun için hayalden öte birşeydi. Gerek o çocukluk döneminde geçirmiş olduğu birtakım ateşli hastalıklar ve gerekse de o işkence koşullarında başına aldığı o darbeler onun gerek beyninde ve gereksede bütün bedeninde bir takım kalıcı hasarlara yolaçmıştır. İlk başlarda onun bu rahatsızlığına epilepsi teşhisi koydular ve bu yönde onu tedavi etmeye başladılar. Onu bu ani bayılmaları ve bütün o korku nöbetleri zamanla öyle bir hal aldı ki; adam artık tek başına evden çıkamya ve tek başına banyo yapmaya bile cesaret edemiyordu.

Bu zor günler ve bu kabus dolu günler artık onun için yeni bir sürecin daha başladığının ilk işaretleri gibiydi. Oysaki bu talihsiz adam, bu dert yüklü adam; bu ülkeye ve bu gizem dolu şehire yeni bir yaşama başlamak için gelmişti ve kendi ülkesindeki o acı dolu günleri, o çile dolu günleri biraz olsun unutmak için gelmişti. Fakat onun o kötü kaderi, o talihsiz kaderi onu burada da yalnız bırakmıştı işte. İlk önce ona yaşadığı o sağlık sorunlarından dolayı çalışamaz raporu verdiler ve onu işsizlik maaşına bağladılar. Ve o talihsiz adam, kendisini bu yeni duruma alıştırmak için ara sıra yeniden resim yapmaya ve o antika pazarlarını dolaşmaya başladı. Ve bu şekilde de kendisini o işe yaramazlar sınıfından çıkarmak istiyordu. Ve diğer bir yandan da bu ülkeye bir takım illegal yollardan giriş yapmışolan o insanlara yardım ederek; onlara gerek bu ülkede kalabilmeleri için ve gerekse de ülkede yasal oturum alabilmeleri için her konuda onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Sistemin nasıl işlediğini ve siyasi çarkın nasıl döndüğünü artık iyice çözen o adamın önünde herhangi bir engel kalmamış gibiydi. Gerek siyasi konularda, gerek etnik konularda ve gereksede mezhep konularda epeyce bir birikime sahip olan o adamın bizzat kendi eliyle yazıpta dldurduğu o iltica taleplerinin hiçbirisine de olumsuz bir yanıt gelmemişti. Ve böylelikle de birçok insan gerek onun yönlendirmesiyle ve gereksede onun kaleme almış olduğu o yazılı  başvurularıyla; bu ülkede yasal oturum hakkı edindiler.

Yasal oturum hakkı elde eden o insanların karşısına bu seferde sığınabilecekleri bir ev sorunu çıkmıştı. Ekonomik yönden bir hayli zayıf olan o sığınmacıların gerek otellere, gerek pansiyonlara ve gereksede kiraladıkları o evlere, o flatlara ödemiş oldukları o paralar artık tükenmek üzereydi. Bu durumda kendince bir çare bulmak isteyen Veysel Baba ‘nın aklına; belediyelere ait o boş evler geldi. Ve hemen çevresinde bulunan o gençleri bir güzel örgütleyerek belediyelere ait o boş evleri birbir tepit ettirdi. Ve bu tür konularda epeyce bir uzman olan o siyahi gençlerinde yardımıyla önce o evlerin kapıları kırıldı, sonra da onlara yeni anahtarlar takıldı, elektrik bağlandı, gaz sorunu çözüldükten sonra da; belli bir ücret karşılığında yeni sahiplerine teslim edildi. Veysel Baba ve arkadaşlarının o örnek  çalışmaları sayesinde de yüzlerce insanın ev sorunu bu şekilde çözülmüştü. Ve ayrıca uzun bir zamandan beridir boş olan evler; bu yeni insanlar sayesinde bir güzel boyanıp, döşenerek daha bakımlı bir hale gelmiş ve belediyelerin sahip çıkamadıkları o evlerede artık bu yeni kiracıları sahip çıkıp koruyacaklardı. Ve yine bu yeni kiracılar sayesinde de; belediyeler ek kira gelirine kavuşmuşlardı.

Ve bizim o yardımsever dostumuz Veysel Baba’nın bu örnek davranışı sayesinde; insanlar daha yeni geldikleri bu ülkede hem yasal oturum hakkı elde etmişler ve hemde güven içinde kalabilecekleri bir eve kavuşmuşlardı. Bir yanda kendi sağlık sorunlarıyla boğuşan o siyaset yorgunu adam, bir diğer yanda ise o binbir umutla bu ülkeye gelmiş olan o insanların, o sorunlarını çözmek için  ve onların geleceğe dair o umutlarını daha da bir canlı tutmak için uğraşıyordu.  Ve onun bu örnek davranışı sayesinde de; yakın çevresindeki o insanlarda artık ona yavaş yavaş Veysel Baba demeye başladılar. Bir zamanlar siyasetle uğraştığı o karanlık dönemde kendi ülkesindeki insanlarda, ona Veysel Baba derlerdi  ve onu çok severlerdi. Fakat bir askeri junta işbaşına gelir gelmez bütün o kapılar bir bir onun yüzüne kapanmıştı ve onca yardım ettiği insan o askeri juntanın korkusuyla olsa gerek onu tanımamazlıktan gelmişti. Ve acaba benzeri bir durum bu ülkede de yaşanacakmıydı veya yolda yürürken çevresini kuşatan bu insanlar; zamanla kendisini unutacakmıydılar?

Ve yaşamın o acımasız yüzü bu ülkede de kendisini gösterdi. Herkese elinden geldiğince kucak açmaya çalışan ve onların sorunlarını birbir çözmeye çalışan o yorgun adam, o yaralı adam zamanla unutuldu. Bir zamanlar ona değer veren o insanlar; ilerleyen süreçle birlikte gerek yasal oturum alınca, gerek ev sorunlarını halledince, gerek dil sorunlarını çözünce ve gereksede ekonomik yönden belli bir güce erişince artık o yaşam yorgunu adamı tanımamazlıktan gelmeye başladılar. Ve yaşamın o acı yüzü, o çıkarcı yüzü ve o ihanet kokan, o menfaat kokan yüzü işte burada da karşısına çıkmıştı, burada da o çirkin yüzünü göstermişti işte. Veysel Baba açısından bu beklenen bir süreçti ve günün birinde böylesi bir sonla karşılaşmakta onun için pekte sürpriz sayılmazdı. Çünkü böylesine ihanet dolu yaşanmışlıklar ve böylesine hüzün dolu terkedilmişlikler; tarihin o tozlu sayfaları arasında, o unutulmuş sayfaları arasında pek çoktur. Ve bütün bunları çok iyi bilen Veysel Baba’da, içine düşmüş olduğu o ruh hali içnde kendi kendisine şöyle dedi:” güle güle, o baş döndürücü kalabalıklar. Güle güle, o ihanet dolu kalabalıklar. Güle güle, o menfaat dolu kalabalıklar. Ve yeniden hoşgeldiniz, o mana derinliği olan yalnızlıklar. Ve her zaman beni ben yapan, bana bir mana yükleyen o sonsuz yalnızlıklar.”

H.Ibsen:”En yalnız insan, en güçlü insandır” derken; yalnız kalmayı becerebilen insanların, zamanla çok güçlü bir hale gelebileceklerini anlatmak ister. Çünkü yalnızlık, insanı düşünmeye sevkeder ve yaşamı anlamaya sevkeder. Goethe ise bu konuda şöyle der:”Yalnızlık, sadece bir kelimedir. Söylenişi ne kadar kolay, halbuki taşıması o kadar zor ki.”   I. Newton ise, o yalnızlık için şöylesi bir yorum getirir: “İnsanlar, köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.” Fakat ben, Veysel Baba olarak; bu çile dolu hayat yolunda öyle köprüler inşa ettim ki ve öyle duvarları bir bir ortadan kaldırdım ki; yinede o derin yalnızlıklara mahkum edildim. Bu konuda Paul Valery şöyle der:”En büyük yalnızlık, bazı kişilerle bir arada bulunmaktadır.” Paul Valery bu sözü söylerken aslında insanın bazen o kuru kalabalıklar arasında, o içi boş kalabalıklar arasında ve o iki yüzlü çıkarcı insanlar arasında ne kadarda yalnız kaldığını ve ne kadar da anlamsızlaştığını anlatmak ister bize. J. Davies ise:”Yalnızlığı seviyorum, çünkü o beni yalnız bırakmıyor” derken; sanki beni tarif eder gibi, içine düştüğüm o durumu tarifeder gibi. Çünkü adına yalnızlık denilen o olgu, o yaşam biçimi istesemde, istemesem de yakamı bırakmıyor ve git desemde bir türlü gitmiyor. Ve sanki adına tanrı denilen o asıl yaratıcı güç; herhalde beni de tıpkı kendisinin içinde bulunduğu o sonsuz yalnızlıklarla bir güzel sınamak istiyor. Çünkü yalnızlık, o varlık nedenimiz olan o yüce tanrıya dair en asil kavramdır, en derin kavramdır.

Erich fromm :”Yalnız kalabilme yeteneği, sevebilme yeteneğinin tek koşuludur” der. Thoreau ise bu konuda:”Asıl yalnızken, yalnız değildim” derken sanki beni tarif ediyor gibiydir. Çünkü ben yalnız kaldığımda asıl gerçeğe ulaşırım, asıl hayallerime geri dönerim ve asıl manevi doyumuda işte o zaman elde ederim. Andre Gide :” Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar” derken; insanın asıl kişiliğinin oluşmasında ve asıl kimliğinekavuşmasındaki en büyük araçlardan birisininde o yalnızlık olduğunu ifade etmek ister. Ve devamında da bize şöyle seslenir:” Umutsuzluk nedeniyle korkup kaçma. Umut umutsuzluğun ötesindedir. Aş, yürü, geç onu. Karanlık geçitin ötesinde ışık bulacaksın.” O değerli insan Epictetos ise konuya daha farklı bir pencereden bakarak ve daha farklı bir açıdan yaklaşarak şöyle der:” Geceleyin kapılar kapanıp da lambalar söndüğü vakit odamda yalnızım deme, yine yalnız değilsin.”

Böylesine mana derinliği çok yüksek olan bütün bu güzelim sözleri birbir okuyan o yalnızlıklar adamı Veysel Baba; artık yeni bir karar aşamasına gelmişti. Ve bundan sonraki o yaşam yolculuğunda daha fazla darbe almamak için ve daha fazla hüsrana uğramamak için kendi kendisine bir takım yeni kararlar aldı. Ve böylelikle de kendisini o kuru kalabalıkların, o içi boş yaşamların, o çıkar temelli ilişkilerin, o sahte arkadaşlıkların ve o yapay dostlukların onun bundan sonraki o yaşamında herhangi bir anlamı kalmamıştı. Ve artık bundan sonraki yaşamında o alkol dolu geceler, o içki dolu geceler ve rengarenk ışıklarla dolu o gece alemleri bir yerlerde onu beklemekteydi. Ve kendisini ihanete uğramış bir zavallı gibi hissden o siyaset yorgunu adam; Londra’nın o rengarenk ışıklarla dolu o gece aleminin içine öyle bir daldı ki bir daha hiç kimse ona dair bir ize, bir işarete rastlamadı. Ve bu şekilde de yıllar yılları kovaladı. Taki o yalnızlık deryası içinde o adam; kendi kendisini bulana kadar, asıl gerçeğe ulaşana kadar.

Sıradışı Bir Yaşam -2

Her insanın geçmişine dair ve özellikle de o çocukluk yıllarına dair iyi, kötü birçok anısı, birçok yaşanmışlıkları mutlaka vardır. İnsanlar çoğu zaman o anılarıyla yaşarlar. O anılarından destek bulurlar ve o anılarından noral kazanarak geleceklerine yön verirler. Çünkü insanı insan yapan ve ona bir değer kazandıran asıl unsur, asıl öge veya asıl dayanak noktası yine o anılardır, yine o özgeçmiştir. Çünkü insan, o anılarıyla var olur, o özgeçmişiyle var olur. İnsana bahşedilen o yaşam, geçmişinden ayrı düşünülemez. İnsanın geleceği bir anlamda o güzelim geçmişinde saklıdır ve orada anılarla dolu, yaşanmışlıklaral dolu ve de bir yığın tecrübeyle dolu bir özgeçmiş vardır. İnsanlar bazen sıkışıtıkları anda, bazen moral bulmak istedikleri anda ve bazen de bir duygu yoğunluğu yaşamak istedikleri anda hep o anılarına sarılırlar, hep o özgeçmişlerine sarılırlar. Ve hep masumane çocukluk yıllarına geri dönerler. Ve o anda da gözleri dolu dolu olur, bir duygusallık ortamı o anda bütün bir bedenlerini öylece sarmalayıp durur.

Önce o fedakar annelerini hatırlarlar, sonra babaları aklına gelir ve daha sonra da varsa eğer o güzel kardeşlerini bir güzel hatırlarlar. Son ilk yürüme başladıklarıo an, ilk konuşmaya başladıkları o an, ilk okula başladıkları o an, o okul sıraları, o okul arkadaşları, o güzelim öğretmenleri, o doğum partileri, o gençlik yılları, o ilk aşk oyunları, osevgi kaçamakları, o küçük yalanlar, o aldatmalar, o ihanetler, o terkedilmişlikler, o uykusuz geceler, o yıkılmışlıklar, o tükenmişlikler ve acı tatlı bir sürü anı, bir sürü yaşanmışlık o anda tıpkı bir film şeridi gibi öylece gözlerinin önünden gelipte geçer. Ve kısa bir duygu yoğunluğundan sonra da o anılardan, oyaşanmışlıklardan bir takım dersler çıkararak yoluna devam eder. Çünkü geleceğin o gizemleri aslında insanın o özgeçmişinde saklıdır ve insan o özgeçmişiyle bir değer bulur.

Ve şimdi bende düşünüyorum da, benim iyi kötü birçok anıyla dolu özgeçmişim, o çocukluk yıllarım ne kadar da güzelmiş, ne kadar da masalımsıymış ve ne kadar da hayalden öte birşeymiş. Ve daha henüz elektriğin, radyonun, gramofonun, kasetçaların, telefonun veya televizyonun olmadığı o küçük dağ köyündeki yaşam gerçekten de çok doğalmış ve o kadar da masumaneymiş. Adeta bir masal gibi, bir rüya gibi geçen o çocukluk yıllarım benim o duygu dolu güzel dünyamda her zaman en güzel yerini almıştır. Ve almaya da devam edeceklerdir. Çünkü daha henüz tenolojinin ulaşmadığı o yıllarda, daha henüz o köyde yaşayan insanların o güzelim duyguları ve düşünceleri hiç kirlenmemişti.ve o yıllarda, o küçük dağ köyünde yaşayan o insanlarda daha henüz o şeytani arzular veya istekler devreye girmemişti.ve yine o yıllarda adına rekabet denilen o açgözlü istemler daha henüz o köyün sınırlarına dayanmamıştı. Ve yine o yıllarda adına mal edinme gibi, sermaye edinme gibi, zengin olma gibi, mala mülke tapınma gibi bir takım kapitalist istemler veya yaklaşımlar daha henüz o küçük dağ köyünü dört bir yandan kuşatmamıştı.

Ve benim bir çocuk olarak altı yılımı tıpkı bir masal gibi geçirmiş olduğum o küçük dağ köyündeki yaşamım günün birinde babamın vermiş olduğu ani bir kararda öylece sona ermiş oldu. O yıllarda yaşanan bir takım ekonomik sebepler ve bir takım ailevi sorunlardan dolayı olsa gerek babam böyle bir karar almıştı. O sıralarda beni çok üzen bu karardan sonra bizler  aile olarak o güzelim köyümüzü terk edip, şehire göç etmek zorunda kaldık. Ve artık benim için o çocukluk günlerimi geçirdiğim o güzel günler, o masalımsı günler çok gerilerde kalmış gibiydi ve de sanki masallara konu olmuş olan o gizemli Kaf Dağ’ının ardında ardında bir yerlerde saklı kalmış gibiydi.ve hatta ben,köyün çıkışındaki o tepeden son bir kez çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği o köyümüze baktığımda, nasıl da üzüldüğümü ve nasıl da ağladığımı daha dün gibi hatırlarım.çünkü benim çocukluğuma dair en güzel anılarım, en güzel hatıralarım ve en mutluluk verici yaşanmışlıklarım hep o küçük dağ köyünde geçmişti.Ve işte bütün bunlardan dolayı da gerek benim o çocukluk yıllarıma dair anılarım ve gerekse de o köyde yaşamış olduğum o güzel günlerim, hala benim o hayal dolu iç dünyamda en güzel yerini korumakta.

Ve ben, daha henüz altı yaşında iken ailemle birlikte yeni bir yaşam yolculuğuna çıktığımız o süreçte ilk arabayı, ilk otobüsü, ilk kamyonu, ilk traktörü, ilk asfalt yolu, ilk trafik lambasını, ilk otogarı, ilk treni, ilk tren istasyonunu, ilk kaldırımı, ilk polis noktasını, ilk elektrik direğini , ilk elektrik lambasını, ilk telgraf direğini, ilk telefonu, ilk radyoyu, ilk gramofonu, ilk  kaset çaları, ilk postahaneyi, ilk sinema salonunu, ilk hastahaneyi, ilk doktoru, ilk dişçiyi, ilk bakkalı, ilk manavı, ilk kasabı, ilk lokantayı, ilk terziyi, ilk berberi, ilk ayakkabı boyacısını ve ilk parayı işte o yolculuk sırasında görüpte tanıdım. Ve büyük bir şaşkınlık içinde de ben, bir dünyadan sanki bir başka bir dünyaya geçmiş gibiydim.

Ve daha sonra ailece hep birlikte o tren istasyonundaki o bekleyişimiz, trene binişimiz, trenin o hareket edişi, gitgide daha da hızlanışı, o karanlık tünellerden geçişi, çıkardığı o heyecan verici sesi ve her istasyonda insanların binip, inişi gerçekten de bana çok heyecan verici gelmişti. O ana kadar hehangi bir arabaya ve trene binmemiş biri olarak ben, söz konusu bu tren yolculuğu esnasında sanki bir başka aleme doğru gidiyor gibiydim. Ben, gizemli bir yolculuğa çıktığımı düşündüğüm o anda, trenin camından dışarıyı seyretmenin ve birtakım yeni yerleri görmenin ne kadar da güzel olduğuınu farketmiştim. Gerçekten de o dağları, o ovaları, o tarlalarıo, o ormanları, o nehirleri, o köprüleri, o köyleri, o kasabaları, o şehirleri ve o tren istasyonlarını bir bir görmek ve tanımak çok ama çok güzeldi. Dışarıda hayvan otlatan o çobanlara ve tarlalarda çalışan o güzel köylülere el sallamakta bir başka güzeldi. Ve neredeyse iki gün süren o tren yolculuğu esnasında gerek bütün o gördüklerim, gerek bütün o yaşadıklarım ve gerekse de tren içindeki o yaramazlıklarımda; benim o sınırsız hayal dünyamda çok derin izlere yol açtı ve bende çok büyük değişimlere neden oldu.

Fakat daha henüz altı yaşında olan ve o yaşına kadar köyünden dışarı hiç çıkmamış bir çocuk için; bu tren yolculuğu ile birliktede bir zamanlar köyünde yaşamış olduğu o güzel günlerinin, o masalımsı günlerin artık çok gerilerde kaldığı ve bundan sonraki yaşamında birçok acıların yaşanacağı, birçok dıramların gelip onun kapısını çalacağı nereden bilebilirdi ki.

Ve sözkonusu bu tren yolculuğu ile birlikte gerçekten de o rüya dolu günler, o masal dolu günler; o küçük çocuk için artık çok gerilerde kalmıştı. Ailenin reisi tarafından verilmiş olan böylesi bir karar hem o aile üzerinde, hem o küçük çocuk üzerinde çok olumsuz gelişmelere yol açacaktı. Ve açtı da.

Çünkü onların yeni taşınmış oldukları o şehirde ilk olarak, onların karşısına bir dil sorunu çıktı. Evin babası dışında hiç kimse daha henüz yeni taşınmış oldukları o  şehirdeki dili konuşmuyorlardı. Ve bundan dolayı da o şehirde yaşayan insanlar o küçük aileye daha farklı bir gözle bakıyorlardı. Ve onlara yabancı muamelesi yapıyorlardı. Sokata oyun oynayan diğer çocuklarda, o küçük çocukla arkadaşlık yapmıyorlardı ve onu dil bilmediği için olsa gerek aralarına dahi almıyorlardı.Fakat o küçük çocuk önündeki o engelleri, o sorunları birkaç ay içinde birbir aştı ve okuduğu o ilkokulun en başarılı öğrencilerinden biri oldu. Ve hatta ilkokullar arasında her sene geleneksel olarak düzenlenen o bilgi yarışmalarında da birçok birincilikler aldı. Ve ayrıca onun bu başarılarına, spor dallarında elde etmiş olduğu bir takım yeni başarılar, bir takım yeni birincilikler daha eklendi. Artık onu hiç kimse durduramıyordu.o küçük çocuk önündeki o dil sorununu çözdükten sonra adeta bilgiye aç bir insan gibi herşeyi merak ediyordu, herşeyi öğrenmek istiyordu ve yeni yeni bilgilere ulaşmak istiyordu.

Fakat o küçük ailenin karşısına bu seferde etnik sorun çıkardılar, bir takım mezhepsel sorunlar çıkardılar. O ülkede yüzyıllar boyunca yaşanmış olan ve birçok acılara birçok dramlara yol açmış olan bu tipteki sorunlar; en sonunda o küçük aileninde kapısını çalmıştı işte. Bunda ve bu durumun oluşmasında o ailenin bir suçu veya bir günahı hiç yoktu ve olamazdı da. Çünkü onların o dili, o etnik yapıları ve o mezhepsel inançları onlara atalarından kalmış bir mirastı. Bütün bunlar adeta kültürün fışkırdığı o kutsal topraklarda ve adeta medeniyetlere beşiklik yapmış olan o kültür mozaiğinde hala varlığını korumaya devam etmekteydi. Ve bunu fırsat bilen  bir takım siyasi oluşumlarda, bir takım dini dini gruplarda; böylesine etnik sorunları, böylesine mezhepsel sorunları daha da bir kaşıyarak adeta siyasi çıkar peşinde koşmaktaydılar ve adeta yangına körükle gitmekteydiler. Ve özünde kolaycı bir yaklaşım olan bu tür davranışlar, bu tür siyasi düşünceler; tarihin her döneminde insanlara birçok acılar yaşatmıştı. Ve hala da yaşatmaya devam etmekteydi.

Evin dışında yaşanan tüm o ayrımcı davranışlar, tüm huzursuzluklar ve tüm dışlanmalar en sonunda o küçük aile için artık çekilmez bir hale gelmişti.dışarıda yaşananlar artık evin içine de yansımıştı ve evin annesi bütün bu olanlardan evin reisini suçlamaya başlamıştı. Ve onu, o güzel köylerinden çıkarıp böylesi bir yere getirdiği çin ve böylesine acılara sürüklediği için hep suçlayıp durmaktaydı. Tolam beş kişiden oluşan o evde evin annesi ile babası arasında çok şiddetli kavgalar yaşanmaya başlamıştı. Sürekli kavgalar, sürekli tartışmalar ve bir takım ailevi sorunlar, bir takım sosyal sorunlar, bir takım ekonumik sorunlar adeta o ailenin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. Oysa ki onlar, ne güzel hayallerle, ne güzel umutlarla o küçük dağ köyünden ayrılıp ta bu hiç tanımadıkları ve bu hiç bilmedikleri topraklara gelmişlerdi. Ama artık o umutlar iyice tükenmişti ve o güzel gelecek için kurmuş oldukaları o hayallerde artık bir bir yok olup gitmişti. Yaşamın o acımasızlığı ve ayakta kalabilmenin o zorluğu en sonunda o küçük ailenin de karşısına çıkmıştı işte. Umut artık çok uzaklarda bir yerlerdeydi ve sanki sonsuza kadar orada kalacak gibi görünüyordu. Ve o umudu ordan getirecek ve yeniden yeşertecek bir ortamda sanki hiç yoktu.

Ve o yıllarda gerek etnik sorunlardan dolayı, gerekse de mezhepsel sorunlardan dolayı ve gerekse siyasi oluşumlardan dolayı artık evler ve mahalleler birbirinden ayrılmaya başlamıştı. Hiçbir grup, bir başka gtrubun mahallesine veya etkili olduğu o bölgeye giremiyordu. Mahalleler arasında bazen silahlı çatışmalar yaşanıyordu ve gece sabahlara kadar insanlar kendi mahallelerini diğer grupların saldırılarından korumak için nöbet tutuyorlardı. Ve günde ortalama dört beş kişinin öldüğü veya hayatını kaybettiği bu saldırılar artık normal bir hale gelmişti. Ve bir de, o siyasi gruplar arasında hakimiyet alanı kavgası da başlamıştı. Yani sol gruplar artık kendi aralarında da bir kavga, bir var oluşum süreci başlatmışlardı.

Ve gerek bu tip ailevi sorunlar, gerek bu tip sosyal sorunlar, gerek bu tip etnik sorunlar, gerek bu tip mezhepsel ayrımlar ve gerekse de bu tip siyasi oluşumlar; daha henüz lise çağına gelmiş olan o genç adamın yani bizim Veysel Baba’ nın o iç dünyasında bir takım fırtınalar koparnaya başlamıştı bile. Artık ergenlik dönemine gelmiş olan o genç adam; yavaş yavaş kendi kendisine bir takım sorular sormaya ve etrafında yaşanan o olaylara bir takım yanıtlar aramaya başlamıştı. Sağ düşünceye sahip bir koalisyonun iktidarda olmasın fırsat bilen bir takım faşist unsurlar artık yavaş yavaş bütün devlet dairelerini, bütün polis teşkilatını ve bütün okul yönetimini ele geçirmişlerdi. Ve okuduğu o okulda yönetimi ele geçiren o faşist zihniyetli unsurların bir takım ayrımcı politikalarına ve de davranışlarına maruz kalan o genç adam da; artık yavaş yavaş kıyıdan köşeden siyasete bulaşmıştı. Ve artık okuduğu  o okulda kendisine bir takım ayrımcı davranışlarda bulunan o yöneticilerden, o sağ düşünceye sahip faşist unsurlardan hesap sormak  istiyordu. Ve bu yollada yüzyıllardan beridir kendilerine birçok acılar çektirmiş olan o zorbalardan, o kan emicilerden ve o katiller ordusundan atalarının intikamını almayı düşünüyordu. Çok kısa bir sürede asi bir insana dönüşen o genç adam artık durdurulamıyordu. Sanki yüzyılların o ezilmişliği, o dışlanmışlığı ve o kin dolu, nefret dolu bütün birikimleri; o genç adamın bünyesinde bir isyan ateşine dönmüş gibiydi. Ve artık kendisine yeni bir yol, yeni bir rota çizmek isteyen  o genç adam; daha önce çok sevdiği  o eğitim hayatındanda yavaş yavaş soğumak üzereydi.

Ve buna birde okul yönetimi tarafından bir tastiknameyle okuldan uzaklaştırılma kararı eklenince artık o genç adam için silahlı mücadeleye girişmekten başka da bir seçenek kalmamış gibiydi. Ve öylede oldu, o genç adam çok kısa bir süre içinde yaşadığı o bölgenin siyasi liderlerinde biri haline geldi. Önce kendisini okuldan uzaklaştıran o faşist yöneticilerden birbir hesapsordu ve onları anladıkları dilde birbir cezalandırdı. Ve daha sonrada o faşist iktidarla birlikte hareket eden o yalakaları, o dalkavukları ve o hırsızları birbir sorguya çekip, onlara hiç unutamayacakları bir ders verdi.

Ve artık bir örgüt lideri olan o genç adam için gerek örgütlenme, gerek illegal yapılanma ve gerekse de varacağı o hedefler şimdi daha bir netti ve daha bir vazgeçilmezdi. Adam o genç yaşlarda bile hem grubunu hem kendisini hiç deşifre etmeden birçok eylemi, birçok saldırıyı en ince detayına kadar hesaplayıp bir güzel organize etti. Ve o zamana kadar çok zayıf olan o siyasi düşüncelerini daha da genişletme imkanı buldu. Dünyayı artık daha farklı bir gözle yorumlayıpta tanımaya başlamıştı ve ezenle, ezilen  arasındaki o adaletsizliğe son vermek için  yola çıkan o büyük devrimciler kervanına katılmanın kendisi için büyük bir onur olduğunu düşünüyordu. Binlerce yıldan bu yana tanrı tarafından gönderildiklerini söyleyen o peygamberler; o hitap ettikleri topluluklara bir takım kutsal mesajlar verdikleri halde yinede istedikleri o sonucu elde edememişler ve yaşanan bütün bu adaletsizliklerede bir türlü son verememişlerdir.  İnsanları doğruluğa, dürüstlüğe ve adaletli bir yaşama davet eden bu kutsal yürüyüşte yine bir takım şeytani arzular öne çıkmış ve yine bütün bir insanlığın o güzel geleceği bir takım vahşilerin elinde, bir takım zorbaların elinde ve bir takım kötü niyetli kişilerin elinde öylece yok olup gitmiştir. Dünyevi arzulara kapılan bu tür insanla sanayinin gelişimi ile birlikte kendi aralarında örgütlenerek; kapitalist sistemin ilk temellerini atmışlardır. Özünde sömürüye dayanan, soyguna dayanan ve halkın emeğini, işçinin ve köylünün alınterini çalmaya dayanan bu aç gözlü kapitalist sisteme artık bir dur diyebilmek içinde, bir son verebilmek içinde; o büyük devrimciler, o büyük düşünce adamları ve o büyük yol göstericiler birbir sahneye çıkmışlar ve en güzel mesajlarını, en değerli mücadelelerini veerdikten sonrada öylece çekip gitmişlerdir. Ve bütün o güzel insanların, o yiğit devrimcilerin o günün, o zor şartları altında vermiş oldukları o örnek mücadele sayesinde de;  bütün dünya halkları, bütün ezilenler, bütün sömürülenler, bütün işçiler, bütün emekçiler ve bütün köylüler çok büyük kazanımlar elde etmişlerdir. Örneğin bu kazanımlar arasında iş güvenliği gibi, can güvenliği gibi, sekiz saatlik çalışma hakkı gibi, eşit işe eşit ücret gibi, tatil hakkı gibi, grev hakkı gibi, istifa gibi, tazminat hakkı gibi, işsizlik yardımı gibi, emeklilik hakkı gibi birçok sosyal hakkı ve birçok sosyal kazanımı sayabiliriz.

Ve o yiğit devrimciler, o insan hakları savunucuları ve sınır tanımayan o örgütler, o insanlar; bütün bu kazanımları daha da bir genişletmek için ve de dünyanın diğer bölgelerinde hayata geçirebilmek için o yoğun mücadelelerine devam etmektedirler. Ve o yıllarda bütün bir dünyada dahada bir yoğun yaşanan bu tür olumsuzlukları gören bizim daha henüz delikanlı çağında olan Veysel Baba’da; bütün o büyük devrimcileri kendisine örnek alarak çok zoelu bir mücadeleye girmişti. Ve illegal bir yapılnma içinde çok kısa bir sürede lider konumuna gelen o genç adamın; o günün o zor koşulları altında, o zor şartları altında silaha sarılmaktan başkada bir seçeneği yok gibiydi. Çünkü o dönemde kontr gerilla gibi bir takım yapılanmalar bütün bir dünyada halkları birbirlerine karşı kışkırtarak  ve insanları sağ, sol diye ayrıştırarark çok istedikleri o askeri juntaların iş başına gelmelerine veya yönetime el koymalarına zemin hazırlıyorlardı. Ve dış kaynaklı bu derin yapılanmalar, bu tür illegal oluşumlar bazende insanlar arasındaki o etnik sorunlara, o mezhepsel sorunlara ve hatta o dinsel ayrımlara el atarak olayı daha farklı bir boyuta bile taşıyabiliyorlardı. Ve bütün bunları da kendilerine göbekten bağlı  o askeri rejimleri, o askeri juntaları iş başına getirebilmek için yapıyorlardı. Aslında yöntem çok kolaydı ve çok basitti, ama o günün şartları içinde bütün bu oyunları anlamak öyle pek kolay değildi. İnsanlar ve ülkeler o dönemin iki kutuplu dünyasında bir tarafı kutupta desteklemek zorundaydılar ve safları netleştirmek zorundaydılar.

Kontrgerilla destekli benzeri bir oyunda bizim Veysel Baba’nın yaşadığı o ülkede sahneye konulmuştu. Ve bazen mahalleler arasında, bazen siyasi gruplar arasında, bazen dini gruplar arasında ve bazen de etnik gruplar arasında yaşanan o çatışmalardan sonra; birbirlerinin çok özledikleri o faşist junta, o askeri junta en sonunda iktidara el koymuş ve ülkenin dört bir tarafın sıkıyönetim ilan etmişti. Geceleri belli bir saatten sonra sokağa çıkmak artık yasaktı ve sol görüşlü insanlar yavaş yavaş gecenin bir saatinde evinden alınarak bilinmeyen bir yere götürülüyorlardı. İnsanlar bir takım karanlık güçler tarafından önce işkenceye tabi tutuluyorlardı ve daha sonrada topluca infaz edilerek kurşuna diziliyorlardı. Ve o karanlık dönemde bile bizim Veysel Baba arananlar arasında olduğu için adaha da bir illegaliteye bürünmüştü ve daha da bir korunaklı hale gelmişti. Adma o  zor şartlar altında bir yandan ele geçmemek için kendince bir takım önlemler alırken, bir yandan da yanına aldığı birkaç adamı ile birlikte bazen karşıt görüşteki insanların oturduğu o mahalleleri basıyor, bazen o emek hırsızı iş adamlarından haraç topluyor, bazen o faşist polislerin yolunu kesiyor ve bazen de o işkenceci subaylardan bir güzel hesap soruyordu. Ne yaptılarsa da ve ne tür önlem aldılarsa da onu bir türlü ele geçiremediler. Adam bilinmez bir yerde aniden ortaya çıkıyor ve birilerine hesap sorduktan sonrada birden bire ortadan kayboluyordu. Sanki bir sır perdesi dört bir yandan onu kuşatmıştı ve onu adeta koruma altına almıştı. Ve bu durum zamanla öyle bir hal aldı ki; onun adını duyan o faşist polisler, o işkenceci subaylar ve onlarla işbirliği yapan o ihanetçi unsurlar, o faşist unsurlar adeta sonbahar yaprağı gibi tir tir titremeye başlamışlardı.

O genç adam ve beraberindeki o arkadaş grubu; kendi hakimiyetleri altındaki o bölgede bir adalet arayışına girmişlerdi. Bir yandan o faşist unsurlardan, o işkenceci unsurlardan hesap soruyorlardı, bir yandan da halkın kanını emen, işçinin, emekçinin alınterini çalan o patronları anladıkları dilden bir güzel haraca bağlıyorlardı. Zenginden alıp, fakire verme işi zamanla öyle bir hal aldı ki; artık insanlar ona Veysel Baba demeye başlamışlardı. Bir anadolu ürünü olan Alevi-Bektaşi inancında Babalık makamı veya kavramı çok kutsal bir yeri olan ve çok kutsal bir makamı teşkil eden Babalık anlayışı sayesinde özellikle dew Balkanların islamlaşması veya islam inancını benimsemeleri sağlanmıştır. Babalık kavramı Türk adetinde dört şekilde karşımıza çıkar: 1. Ailenin kurucu öğesi olan asıl kişi, yani evin reisi olan kişi. 2.Bir takım karanlık işler çevirdikten sonra yeraltı dünyasının başına geçen kişi. 3. Alevi-Bektaşi inancında bir topluluğu yöneten kişi ve onlara inancın gereklerini öğreten kişi. 4. Ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi yoksulu koruyan kişi, fakiri gözeten kişi ve zenginden alıp, yoksula dağıtan kişi.

Ve herşey böyle sürüp giderken adına ihanet denilen o şeytani kavram, o şeytani düşünce; en sonunda gelip Veysel Baba’nın arkadaşlarından birisini bulmuştu, birisinin kapısını çalmıştı. Ve soğuk mu soğuk bir kış gününün sabahında o hiç yakalanmaz denilen Veysel Baba, o faşist zihniyetteki polisler tarafından kıstırılmıştı. Uzunca bir çatışmadan sonra mermisi tükenen o yürekli adam çaresiz bir şekilde teslim olmuştu. Çok güvendiği bir arkadaşının ihaneti üzerine yakalanan o yiğit devrimci; polisler tarafından siyasi şubeye götürülürken adeta tükenmişti. Adamı orda, o sorgu odasında günlerce işkenceye tabi tuttular, günlerce aç susuz bıraktılar. Ondan gerek bağlı olduğu o örgüte dair, gerek örgütün o lider kadrosuna dair,gerek örgütün illegal yapılanmasına dair,gerek örgütün  geçmişte yaptığı o eylemlere dair ve gereksede örgütün elindeki o silahlara dair ne kadar bilgi varsa kendilerine verilmesini istediler. İnsan aklının bile alamayacağı her türlü işkenceyi ona uyguladıkları halde; o inatçı adam yine de çözülmedi ve onlara gerekli olan o bilgileri vermedi, arkadaşlarını satmadı ve o örnek kişiliğinden hiç taviz vermedi. Böylesi bir direnç karşısında da o işkenceci polisler onu çırılçıplak bir şekilde soyup karanlık bir hücreye attılar. Ve o karanlık hücrede çırılçıplak bir vaziyette o beton zemin üzerinde soğuk su ile onu daha farklı bir işkence yöntemi ile çözmeye çalıştılar. Soğuk su ile yapılan o insanlık dışı işkencelergünlerce bu şekilde devam edip gitti.

Herhangi bir kanunun veya yasanın doğru dürüst uygulanmadığı o faşist junta dönemlerinde günlerce işkenceye tabi tutulan o çaresiz adamı, o tükenmiş adamı hiç kimseyle görüştürmüyorlardı. Ve bir avukatın onunla görüşmesine dahi izin vermiyorlardı. Dönem, faşist juntanın iş başına geldiği bir karanlık dönemdi ve hergün yüzlerce devrimci, yüzlerce sosyalist düşünceli adam o sorgu odalarında en ağır işkencelerden geçiriliyordu ve onlarcasıda gözaltındayken kim vurduya gidiyordu. Adeta iki taraf arasında bir var olma, bir yok olma savaşı yaşanıyordu. Karanlıkların ve kötülüklerin hüküm sürdüğü  bir dönemdi. Ve ihanetlerin, davayı satmaların bolca yaşandığı bir dönemdi. İyilikten kötülüğün, karanlıkla aydınlığın birbirine karıştığı bir dönemdi. Ve umut, artık masallardaki o Kaf Dağı’nın ardında kalmış gibiydi. İnsanların geleceğe dair bütün o hayalleri, bütün o güzelim umutları; o askeri junta tarafından adeta ayaklar altına alınmıştı.

Umutları iyice tükenen o adam, kendisine yapılan o insanlık dışı işkencelerden dolayı artık yarı baygın bir vaziyetteydi. O karanlık hücrede ve o beton zeminde artık günler birbirine karışmıştı ve artık orada geceyle gündüzün hibir önemi de kalmamıştı. Adam, çırılçıplak bir şekilde o soğuk hücrede bazen bir başına kaldığı o anlarda; soğuktan tir tir titrerken bile hala doğduğu o küçük dağ köyünü hatırlamaya çalışıyordu. Evin o toprak damında geceleri gökyüzündeki o yıldızlara bakarak hayaller kurmak ve hayaller eşliğinde uyumak ne kadar da muhteşemmiş ve ne kadar da masalımsıymış. Dere kenarında çamaşır yıkayan o kadınların o güzelim yardımlaşmalarını hatırlamakta bir başka güzelmiş. Ve o işknececi polislerin her seferinde kendisine soğuk su ile işkence yaptıklarında ve oradaki o küçük sal taşının üzerinde öylece tir tir titrediğinde: “Anne, çok üşüyorum!” diye annesine seslendiğinde, annesinin bir tas sıcak suyla kendisini bir güzel ısıttığı o anlar ne kadarda güzelmiş, bu karanlık hücrede, bu soğuk zeminde ve b çıplak vaziyette her seferinde o faşist polisler tarafından soğuk suyla işkenceye tabi tutulduğunda; kendisini kim ısıtacaktı ve her seferinde : “ Anne, çok üşüyorum! “ dediğinde, onun başından aşağıya o bir tas sıcak suyu kim dökecekti?..