Veysel Baba ile Lord Parapanu

Lord Parapanu:

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl koruyucusu odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl lordu odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl kralı odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl güç sahibi odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl yol göstereni odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl tanrısı odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl ışık kaynağı odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl yaşam kaynağı odur.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl can damarı odur.

Ona önce lordluk ve sonrada krallık bahşedilmiştir.

Tanrısallık ve koruyuculuk onun en güzel sıfatlarındandır.

O yol gösterir, yeryüzündeki bütün tilkilere.

O sevgisini sunar, yeryüzündeki bütün tilkilere.

Bütün tilkileri koruyup, gözeten yine odur.

Bütün tilkileri ovalara, kırlara salan yine odur.

Bütün tilkileri kurnazlıkla donatan yine odur.

Bütün tilkileri tatlı bir baş belası haline getiren yine odur.

Bütün tilkileri insanların başına musallat eden yine odur.

Bütün tilkilere avlanma tekniklerini öğreten yine odur.

Bütün tilkilerin masallara girmesi sağlayan yine odur.

Gecenin karanlığında o ışığını sunar, o yol gösterir.

Karanlıkları aydınlığa çevirende yine odur.

Onun sayesinde o güzelim tilkiler adeta bir kurnazlık sembolü olmuşlardır.

Onun sayesinde o güzelim tilkiler adeta bir masal kahramanına dönüşmüşlerdir.

Onun sayesinde o güzelim tilkiler bizim o masalımsı rüyalarımıza girmişlerdir.

Onun sayesinde o güzelim tilkiler bizim o renkli hayallerimizi süslemişlerdir.

Onun sayesinde o masalımsı tilkiler dünyanın dört bir tarafına dağılmışlardır.

Ve onun sayesinde o kurnaz dostlarımız, o akıllı dostlarımız; yeryüzünün bütün ovalarında, kırlarında, bayırlarında, düzlüklerinde, dağlarında, tepelerinde, ormanlarında, çalılıklarında, çöllerinde, kutuplarında, bozkırlarında, geniş savanalarında, otlaklarında, köylerinde, çiftliklerinde, kasabalarında, yol kenarlarında, parklarda, bahçelerde, şehir merkezlerinde ve hatta evlerimizin, okullarımızın, kiliselerimizin ve de o sosyal tesislerimizin hemen yanıbaşında adeta o sonsuz krallıklarını, o yenilmez krallıklarını bir güzel ilan etmişlerdir.

Karanlıkların asıl hakimi onlardır.

Issız gecelerin asıl sahibi de onlardır

Sessiz ayaklarıyla hemen karışıverirler gecenin karanlıklarına.

Küçük patileriyle adeta o ıssız gecelerle bir oluverirler.

Sessizlik, sanki onların asıl kimliği gibidir.

Sanki varla, yok gibidirler.

Gecenin o ürkütücü sessizliğini en iyi onlar bilir.

Karanlıkların o sonsuz derinliğini en iyi onlar bilir.

Doğanın o gizli sırlarını en iyi onlar bilir.

Doğanın dengesinş koruyup, gözeten onlardır.

Doğadaki o hayvan popülasyonunu önleyen de onlardır.

O ürkek bakışlarıyla her an beliriverirler o çalılıkların arasından.

O tedirgin bakışlarıylada birdenbire kayboluverirler.

O meraklı bakışlarıylada çevresini gözetleyip, tanımak isterler.

O güzel gözleriylede sanki bize birşeyler anlatmak isterler.

Onların o güzel bakışlarının ardında sanki bir mesaj gizlidir.

Sanki bize o sonsuz sevgilerini sunmak isterler.

Sanki bize o sırlarını, o gizemlerini anlatmak isterler.

Sanki bizi o bilinmezlere götürmek isterler.

Sanki bizimle dost olmak isterler.

Kurnazlıkta ve pratik zekada sınır tanımayan onlardır.

Her renkte ve güzellikte tüylere sahip olan da, yine onlardır.

En yumuşak ve en çekici tüylere sahip olan da, yine onlardır.

O upuzun kuyruklarıyla bize bir güzellik sunan da, yine onlardır.

O parlak tüyleriyle bize bir güzellik sunan da, yine onlardır.

O masallarımızın ve hikayelerimizin en aranılan kahramanı da, yine onlardır.

O rüyalarımızın ve o düşlerimizin en vazgeçilmezi de, yine onlardır.

En korunaklı kümeslerimizden bie o tavuklarımızı bir güzel midesine indirende, yine onlardır.

O ördeklerimizi, o kzlarımızı ve o hindilerimizi bir güzel midesine indirende, yine onlardır.

Ve bu sayede de bize bol bol uykusuzluk armağan eden de, yine onlardır.

Çiftliklerimizin etrafında öylece gezinip duran ve fırsat kollayanda, yine onlardır.

Ve yine bu sayede bize yaşamın o heyecan verici yüzünü gösteren de,yine onlardır.

Doğanın o acımasız kuralını bir güzel bize gösterende, yine onlardır.

Her masalın başında ve sonunda bize kuyruk sallayanda, yine onlardır.

Her hikayenin başında ve sonunda hep kazanan da,yine onlardır.

Ve bize resim yapma, hikaye yazma ruhu aşılayan da,yine onlardır.

Ve hatta yer altına gömdüğümüz ve daha sonra orada öylece unuttuğumuz o hazinelerin ve o sır dolu emanetlerin yerini bilen de,yine onlardır.

Ve biz insanlar, bütün bu güzelliklere ragmen yine de vurup öldürmüşüz onları.

Onlara hiç acımadan bir bir katletmişiz ve içimizdeki o kini, o nefreti sanki onlara göstermek istemişiz. Ve daha sonrada onların o güzelim kürklerinden çanta yapmışız, şpka yapmışız, boyun atkısı yapmışız, kürk mantolar yapmışız, yere sermişiz, duvara asmışız ve hatta içini doldurup tıpkı bir süs eşyası gibi evimizin en güzel yerine koyup,sergilemişiz.

Ve bazende hiç utanmadan, hiç sıkılmadan öldürmüş olduğumuz o güzelim tilkilerin sayısıyla övünmüşüz.Ve kendi özel zevklerimiz için veya bir takım kişisel hobilerimiz için av partileri düzenlemişiz ve hayatı adeta onlara zehir etmişiz.

Ve daha sonrada vurduğumuz tilki sayısınca kendimizi bir takım madalyalara veya ödüllere boğmuşuz. Ve biraz yaşlanıncada o vahşiliğimizi, o barbarlığımızı tıpkı bir kahramanlıkı destanı anlatır gibi o güzelim torunlarımıza anlatmışız. Ve sırf kendi kişisel çıkarlarımız için de; bu dünyada yaşanacak ne kadar yer varsa adeta o tilki dostlarıma dar etmişiz.

Onlara bir avuç sevgiyi çok görmüşüz ve onları bir türlü anlamak istememişiz. Ve onlarla dost olmaktan hep kaçınmışız; hep kolay olanı, basit olanı tercih etmişiz. Onlarında bir kalbinin olduğunu, bir dünyasının olduğunu bir türlü kabul etmeyiz veya kabul etmek işimize gelmez.

Onlarla sevgimizi paylaşmayı bir türlü beceremeyiz ve onlarla dost olmanın yollarını da bir türlü aramak istemeyiz. Onları hiç umursamayız ve sanki yokmuşlar gibi davranırız onlara. O soğuk kış günlerinde bir avuç yiyeceği bile çok görürüz onlara ve diğer bütün hayvanlara. Bir tas suyu kapının önüne koymaya bile üşeniriz. Çöplere attığımız o yiyecekleri götürüp bahçe kenarlarına, duvar diplerine veya parkların kuytuluk yerlerine bırakmayıda bir türlü beceremeyiz. Yani sözün kısası; hep kolay olanı, basit olanı tercih ederiz.

Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi; onları o gösterişli çiftliklerimizden, malikanelerimizden, şatolarımızdan, villalarımızdan ve de o köylerimizden, kasabalarımızdan, şehirlerimizden veya o kümeslerimizden uzak tutmak için her yolu deneriz. Kendi kendimize bir korku imparatorluğu yaratarak adeta sanal bir düşman taratırız.Ve o sanal düşmanı yok etmek için bir araya gelip bir takım planlar yaparız.Birkaç tavuğu, ördeği, kazı veya hindiyi kurtarmak için çeşitli tuzaklar, kapanlar hazırlarız.Ve daha sonrada öldürücü özelliği olan o zehirli yiyecekleri evlerimizin çevresindeki o ağaçların dallarına öylece asarız. Asarız ki; bir tilki gelsin o zehirli yiyeceği yesin ve hemen oracıkta ölsün. Bu da yetmezse o zaman en son çare olarak hep birlikte silahlanıp adeta bir intikam taburu gibi o güzelim tilkilerin peşine düşeriz.

Çünkü bu konuda ne yapacağımızı, nasıl davranacağımızı ve nasıl hareket edeceğimizi bir türlü öğretmemişlerdir o çok sevgili aile büyüklerimiz bize. Onlarında tıkpı bizim gibi sevgiye, dostluğa, ilgiye ve alakaya ihtiyaç duyabilecekleri anlatılmamıştır bizlere. Veya anlatılsada hep unutmayı yeğlemişiz, hep kulak ardı etmeyi yeğlemişiz. Ve onları o masalların içine hapsederek adeta onları o gerçek dünyadan, o gerçek yaşamdan hep uzak tutmak istemişiz. Çünkü gerçeklerle yüzleşmek istememişiz ve kendimizi sanal bir dünyanın içine öylece hapsederek o gerçeklerden hep kaçınmışız.

Adeta bir haykırıştır, bir isyandır, bir çığlıktır onların o yürek sızlaran ulumaları veya bağırışları. Ve adeta bir yakarış halini alır onların o gecelerin sessizliğinde karışan o tuhaf halleri. Ve o anda bizlerin o derin uykusunu bölerken sanki bizlere: “Ey insanlar! Beni de duyun, beni de farkedin.Sizler şuanda o korunaklı evlerinizde ve o sıcacık yataklarınızda bir güzel uyurken ve en tatlı rüyalarınızı görürken; biz bütün tilkiler ise şuanda bu soğuk kış gecesinde adeta soğuktan donmuş bir şekşlde ve aç susuz bir şekilde öylece yaşam mücadelesi vermekteyiz.

Ey iyi kalpli insanlar! Daha ne kadar bizi görmemezlikten geleceksiniz? Daha ne kadar bu çığlığımızı, bu isyanımızı duymamazlıktan geleceksiniz? Daha ne kadar bizlerin bu acısına, bu durumuna öylece seyirci kalacaksınız?” der gibidirler.

Fakat onların adeta o yürek sızlatan yakarışları veya haykırışları yinede her seferinde yanıtsız kalır. Ve öylece unutulup gider biz bütün insanların o duyarsız davranışlarının arasına. Ve o da biz bütün insanlara bahşedilen o şefkat gibi, o merhamet gibi, o acıma gibi, o yardımseverlik gibi ve o vicdan gibi insani vasıflarımızı da öylece unutuveririzç ve bu güzelim dünyayıda sadece biz insanlara ait olduğunu düşünürüz. Böyle düşününcede o bencilliğimiz, o çıkarcılığımız, o menfaatçiliğimiz ve o umursamaz tavırlarımız yavaş yavaş bizi esir almaya başlar.

Ve onlar bazen korkudan, bazen tedirginlikten, bazen endişeden ve bazen de açlıktan öylesine ürkek, öylesine sessiz bir şekilde süzülüp giderler gecenin o karanlıklarına doğru. Kötü kalpli bir insanı gördüklerinde, yaşam alanlarına bir saldırı olduğunda ve o korunaklı yuvalarını kaybettiklerinde bir korku, bir ürperti, bir telaş sarıverir onun tüm bedenini. Ve işte o anda bütün o endişelerine, korkularına ve tedirginliklerine bir son vermek için adeta ağlamaklı bir şekilde seslenir o tek güvencesi Lord Parapanu’ya. O iyi kalpli lordu Panapanu; bu dünyadaki bütün tilkilerin asıl sahibidir, asıl koruyucusudur ve asıl sığınağıdır.

Ve işte tamda bu noktada adıne Shoreditch Park Stories dediğimiz bu çok anlamlı çalışma veya bu mesaj yüklü çalışma; biz bütün insanların o guyarsızlıklarına, o umursamazlıklarına ve o vurdumduymazlıklarına biraz olsun bir son vermek için ve biraz olsun o güzelim değerleri, o insani değerleri yeniden hatırlatmak için kaleme alınmıştır. Ve yine bu hikayeler sayesinde o sevgi gibi, o dostluk gibi, o vefa gibi, o vicdan gibi, o saygı gibi, o yardımseverlik gibi, o paylaşım gibi, o duygu birlikteliği gibi, o kader birlikteliği gibi, o doğa sevgisi gibi, o hayvan sevgisi gibi ve o insan sevgisi gibi bir takım değerleri veta bir takım kavramları yeniden hayatımıza alabiliriz ve bu sayede de daha güzel bir gelecek inşa edebiliriz. Çünkü başka bir dünya yok ve adına zaman denilen o olguda biz bütün canlıların aleyhine işlemekte.

Ve bir gün, gecenin ilerlemiş bir saatinde yolunuz bir parka düşerse eğer ve oralarda bir yerlerde öylece bir başına gezinip duran bir tilkiyle karşılaşırsanız eğer; sakın ürkmeyin, sakın korkmayın ve sakın telaşa düşmeyin. Çünkü o tilki; bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba’nın hikayelerinde konu edindiği o iyi kalpli tilkilerden biri olabilir. Ve o anda size; o tilkiler dünyasına ait veya yeraltına gömdüğümüz ve oralarda öylece unuttuğumuz o hazinelere dair, o değerli emanetlere dair bir takım bilgiler verebilir. Ve böylelikle de sizlerde bir sırrın, bir gizemin veya bir bilmecenin çok güzel bir parçası olabilirsiniz. Ve bizim Veysel Baba’nın yaptığı gibi hemen kağıdı kalemi elinize alarak bir hikaye yazabilirsiniz.

Ve bizim o yalnızlıkların adamı Veysel Baba’ da almış olduğu o yeni kararlar doğrultusunda; gecenin bir yarısında evinden çıktı ve o sırlarla, gizemlerle örülü Shoreditch Park’ a doğru yürümeye başladı. Adam gecenin o karanlığında parkın içinde yürürken bir yandan çevresini süzüp, kontrol ederken; bir yandan da kendi kendisine konuşup duruyordu. Onun o sırada tek düşüncesi daha birkaç gün önce burada, bu parkın orta yerinde öylece hayattan vazgeçmişken ve öylece ölüm uykusuna yatmışken; bir anda ortaya çıkan ve bir anda kendisini o ölüm uykusundan kurtaran o meçhul tilkiyle, o iyi kalpli tilkiyle karşılaşabilmekti ve onunla tanışıp, ona sevgisini sunabilmekti. Çünkü ona bir can borcu vardı ve ona en güzel teşekkürlerini sunmak istiyordu.

Adam böylesi düşünceler içerisinde bir süre parkın içinde öylece dolaşıp durdu. Her bir yanı dikkatli bir şekilde kontrol etti, çalılıkların içine baktı ve biraz yoruluncada gidip oradaki bir bankın üstüne öylece oturdu. Gece bir hayli ilerlemişti ve ortalıktada hiç kimseler gözükmüyordu. O soğuk kış gecesinde bütün şehir derin bir uykuda iken; yalnızlıklık içerisinde bir adam o sırada, o gizem dolu parkın orta yerinde öylece bekleyip durmaktaydı. Kendi hayatını kurtaran o meçhul tilkiyle tanışmak için ve ona sırt çantasında getirmiş olduğu o yiyecekleri bir güzel sunmak için o gece Shoreditch Park’a gelen Veysel Baba bir ara yüksek bir ses tonuyla: “Ey sevgili dostum! Ey iyi kalpli kurtarıcım! Bu gece buraya seninle tanışmak için geldim. Ve yanımda getirmiş olduğum bu yiyecekleri de sana sunmak için geldim. Çünkü sana bir can borcum var, bir teşekkür borcum var. Lütfen benden korkma ve benden çekinme. Benden sana herhangi bir zarar gelmez. Sadece seninle arkadaş olmak istiyorum ve içimdeki o sevgiyi sana sunmak istiyorum. Hadi dostum ne olur ortaya çık, kendini bana göster ve beni üzgün bir şekilde, yıkılmış bir halde evime geri gönderme.

İnan öylesine yalnızım ki ve öylesine çaresizim ki; biraz sevgiye, biraz dostluğa ne kadarda ihtiyacım var. İçimdeki o sonsuz sevgiyi biraz olsun seninle paylaşmak istiyorum. Ve o derin yalnızlıklarıma artık bir son vermek istiyorum. İnsanlarda bulamadığım o sevgiyi, o dostluğu, o arkadaşlığı belki sende bulurum diye bu gece buraya geldim. Ne olur ortaya çık ve bu samimi haykırışıma, bu içten gelen yakarışıma bir cevap ver” diye yakardıktan sonra, adeta gözyaşları içinde o bankın üzerine öylece yığılıverdi.

Onun bu haykırışlarını, bu yakarışlarını oradaki çalılıkların arasından sessiz bir şekilde dinlemekte olan o konuşan tilki o anda ne yapacağını ve nasıl davranacağını tam olarak bilemedi. Çünkü onun herhangi bir insanla konuşması yasaktı ve bunun içinde o lordu Parapanu’dan izin alması gerekiyordu. Adamın o çaresiz hali ve o yürek burdan yakarışlarına artık bir son vermek isteyen o iyi kalpli tilki dostumuz; çok uzun yıllar öncesinde kendisine emanet edilmiş olan o sihir yüklü Frekans Taşı sayesinde hemen lordu Parapanu’yla iletişime geçti ve ona durumu izah ettikten sonra; parkın içinde kendisiyle tanışmak isteyen o adamla konuşabilmesi için ondan izin istedi.

Yeryüzündeki bütün tilkilerin asıl koruyucusu tanrısı olan Lord Parapanu; böylesine güzel be böylesine anlamlı bir istek karşısında daha fazla kayıtsız kalamazdı ve hemen o iyi kalpli dostuna şöyle seslendi:

“Ey iyi kalpli Harşiye! Ey sevgi dolu Harşiye! Sana çok uzun bir zamandan bu yanadır o Kutsal Sandığı koruma görevi verdim. Ve seni hem ölümsüzlükle, hem de insanlarla konuşma gibi birçok sırla donattım. Ve sende bu güne kadar sana verilmiş olan bütün o görevleri en iyi bir şekilde yerine getirdin. Kurallarımızı çiğnemedin ve sana verilmiş olan o sırlardan da hiç kimseye bahsetmedin. Ve ayrıca sözünü ettiğin o adamı, o soğuk kış gecesinde kurtarman da çok güzel bir davranıştı. Ve sen bu hareketinle biz bütün tilki dostlarına çok iyi bir örnek oldun. Bundan dolayı seni bir kez daha kutlamak isterim.

Ey sevgili Harşiye! Varsın o insanlar; bizi hep kurnazlıkla veya hırsızlıkla suçlayıp dursunlar. Ve bizim öldürüp yok etmek için her türlü yolu denesinler, tuzaklar kursunlar, kapanlar hazırlasınlar, intikam çığlıklrı atsınlar, av partileri düzenlesinler ve bizim kürklerimizden manto yapsınlar, kaşkol yapsınlar, şapka yapsınlar, çanta yapsınları, süs eşyası gibi duvarlarında sergilesinler ve hatta halı gibi, paspas gibi yere serip üstümüzden geçsinler. Ve hiç utanmadan, hiç sıkılmadan öldürdükleri o tilkilerin sayısıyla övünsünler. Ama sen o örnek davranışınla o kötü kalpli insanlara adeta bir insanlık dersi verdin ve bizler en iyi bir şekilde onure ettin.

Ey iyi kalpli Harşiye! Senin bu örnek davranışlarının sayesindedir ki; artık senin o adamla görüşmene ve konuimana izin veriyorum. Fakat bu noktada halen korumakta olduğun o Kutsal Sandığa dair sırları hiç kimseye anlatmayacağına dair birkez daha bana söz vermeni istiyorum. Bu konuda bir zayıflık gösterecek olursan eğer ve Kutsal Sandığa dair o sırları, o adama anlatacak olursan eğer; o zaman şunu bilki sana bahşedilen o ölümsüzlük nişanesi senden geri alınarak bir başka tilki kardeşimize verilecektir. Yani o anda seni de ölümlüler kervanına alacağız ve o Kutsal Sandığı koruma görevide o andan itibaren yeni bir tilki kardeşimize verilecektir.

Ey iyi kalpli Harşiye! Şimdi git ve hala o parkta seni öylece beklemekte olan o adamla bir güzel tanış. Ve onunla sevgiye dayalı, saygıya dayalı, karşılıklı güvene ve anlayışa dayalı bir dostluğun, bir arkadaşlığın en güzel yollarını aramaya çalış. Tüm tilki kardeşlerimiz adına, Lord Parapanu adıne ve ana kreliçemiz Batavine adına sevgimizi sun o iyi kalpli dostuna. Unutmaki tüm sevgimiz, tüm iyi kalpli dileklerimiz hep sanadır ve senin o güzel başarılarınadır. Ve bizi, o insanlar aleminde en iyi bir şekilde temsil et. Temsil et ki; aslında biz büyün tilkilerin ne kadar iyi kalpli olduğumuzu ve ne kadar yardımsever olduğumuzu o insanlar daha bir anlasınlar. Ve bizler hakkındaki o kötü düşüncelerinden biraz daha arınıp kurtulsunlar.

Ey iyi kalpli Harşiye! Şimdi git ve sana verilen bu kutsal görevi en iyi bir şekilde yerine getir. Şansın hep açık olsun ve en güzel günler hep senin olsun.”

O soğuk kış gecesinde, o iki yüz yıllık St. John’s Hoxton kilisesinin o duvar dibindeki yuvasında Lordu Parapanu’yla görüşen Harşiye, yani bizim o konuşan tilkimiz Sessiz Ayak; lordu Parapanu’dan izin aldıktan sonra hemen o sırlarla ve gizemlerle örülü o Shoreditch Park’ın yolunu tuttu. Çünkü onu, orada bekleyen ve onunla dost olmak şsteyen gözü yaşlı bir yapayalnız adam vardı, bir yaşam yorgunu adam vardı..

Sevgiye ve Dostluğa Uzanan EL

O soğuk kış gecesinde, o sırlarla ve gizemlerle örülü Shoreditch Park’ın tamda orta yerinde ölüm uykusuna yatan o yaşam yorgunu Veysel Baba; yine o gece, orada bulunan çok iyi kalpli bir tilkinin yardımı sayesinde kurtulup hastahaneye kaldırıldıktan sonra artık yeni bir karar aşamasına gelmişti. Ve öncelikli olarakta kendi içinde bir arınma, bir özeleştiri sürecinden geçmeye karar verdi. Çünkü o yaşam yorgunu adamın hem duyguları kirlenmişti, hemde düşünceleri kirlenmişti.

Adam gerek o geceye dair, gereksede o gece o parkta yaşananlara dair bir takım şeyler hatırlamaya çalışsada bunda pek başarılı olamadı. Çünkü o geceye dair bazı sahneler hem çok silikti, hem çok buğuluydu ve hemde çok hayalimsiydi. Örneğin o yaşam yorgunu adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; bir takım pişmanlık dolu sözler vardı, bir takım teslimiyet dolu sözler vardı, bir takım yakarışlar vardı, bir takım haykırışlar vardı ve bir takım isyanlar vardı.

Ve o siyaset yorgunu adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; bir takım af dilemeler vardı, bir takım günah çıkarmalar vardı, bir takım özeleştiriler vardı, bir takım yenilgiler vardı, bir takım teslimiyetler vardı, bir takım hayal kırıklıkları vardı, bir takım unutulmuşluklar vardıi bir takım terkedilmişlikler vardı, bir takım hor görülmüşlükler vardı, bir takım ihanetler vardı, bir takım işkenceler vardı, bir takım acılar vardı, bir takım karanlık sahneler vardı, bir takım ruhsal boşluklar vardı, bir takım manevi yaralar ve çöküntüler vardı, bir takım gözyaşları vardı, bir takım bilinmezlikler vardı ve sonsuz bir yalnızlık vardı.

Ve yine o yalnızlıklarla boğuşan adamın o geceye dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; soğukmu soğuk bir kış gecesi vardı, derin bir sessizlik vardı, ölümün o soğuk nefesi vardı, her an bu dünyayaya veda etmek vardı, her an o yarım kalmış hayallere veda etmek vardı, her an sahneden çekilmek vardı, her an oyunu bitirmek vardı, her an o son noktayı koymak vardı, her an perdeyi indirmak vardı, her an hayallere karışmak vardı ve her an sonsuz bir yolculuğa çıkmak vardı.

Ve yine o güzelim hayalleriyle yaşamaya çalışan adamın o soğuk kış gecesine dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında; o çocukluk anıları vardı, o çocukluk günlerine dair o güzelim yaşanmışlıklar vardı, o güzelim hatıralar vardı, o masalımsı günler vardı, o küçük dağ köyü vardı, oradaki o doğal yaşam vardı, o sade yaşam vardı, o safiyane yaşam vardı, o günahtan arınmış yaşam vardı, dam başında masal dinlediği o muhteşem yaz geceleri vardı, o The Arabian Nights vardı, o The Thousand and One Nights vardı, o Heidi vardı, o Kibritçi Kız vardı, o Hayber Kalesi vardı, o Şahmaran vardı ve dere kenarında çamaşır yıkayan o köylü kadınlar vardı.Ve her seferinde:”Anne, çok üşüyorum!” dediğinde de; kendisini bir güzel ısıtan o melek yüzlü annesi vardı.

Sonra o yaşam yorgunu adamın hatırlamaya çalıştığı o silik sahneler arasında sanki o upuzun kuyruğuyla ve o yumuşacık tüyleriyle adeta kendisini ısıtmaya çalışan bir tilki vardı. Gerçekten varmıydı öyle bir tilki ve o iyi kalpli tilkimi kendisini kurtarmıştı.Hastahanedeki görevlilerden öğrendiği kadarıyla; o gece parkın hemen bitişiğindeki bir ankesörlü telefondan acil olarak ambülans istenmişti. Ve olay yerine giden ambülans görevlileri orada bir tilkiyle karşılaştıklarını söylemişler ve onun sayesinde de pakın içinde donmak üzere olan bir adamı farkedince de hemen onu kurtarıp buraya, yani bu hastahaneye getirdiklerini anlatmışlar.Gerek adamın o gece dair hatırlamaya çalıştığı o sahneler arasında adeta masallardan çıkıp gelmiş bir tilki vardı ve gereksede hastahanede çalışan o görevlilerin kendisine anlatmış oldukları o ifadeler arasında da bir iyiliksever tilki vardı. Gerçekten böyle bir tilki varmıydı ve o iyi kalpli tilki sayesinde mi bugün hala yaşıyordu? Ve o geceye dair bütün o hatırladıkları şayet doğruysa ve hastahane görevlilerinin de kendisine anlattıkları şayet gerçekse; o zaman o iyi kalpli tilkiye bir can borcu vardı ve o borç bir şekilde de olsa mutlaka ödenmeliydi.

Veysel Baba hastahaneden çıktıktan sonra öncelikli olarak kendisini bir özeleştiri süzgecinden geçirmeye karar verdi.Ve kendi içinde sevgi ağırlıklı, dostluk temelli bir manevi yolculuğa çıktı. Çünkü o yaşam yorgunu adamın geçmişte yaşamış olduğu o hayal kırıklıkları, o travmalar, o bir kenara itilmişlikler, o kullanılmışlıklar, o çıkarcı ilişkiler, o menfaat dolu yaklaşımlar, o sahte yaklaşımlar, o günahkar yaklaşımlar, o şeytanca arzular ve istemler artık onu böylesi bir karar almaya zorlamıştı.Ve artık bundan sonraki yaşamında o hüzün dolu keşkelere, pişmanlıklara ve yaşanmışlıklara daha fazla yer vermek istemiyordu. Ve bir takım içi boş hayaller içinde bütün bir yaşamını harcamak istemiyordu.Örneğin insanlarla olan o ilişkisine artık bir son verebilirdi ve tamamen içe kapanarak manevi bir arayış sürecine girebilirdi.Ve ancak bu sayede o çıkar temelli toplum yapısından veya o maddeci insan ilişkilerinden biraz olsun kurtulup; manevi yönü daha güçlü bir yaşam şekliylede aramış olduğu o sevgi temelli, o dostluk temelli yaşama bir geçiş yapabilirdi. Ve böylesi bir yolculuğa çıkarken de ona gerekli olacak tek şey ise; sabırdı, meşakkatti ve beklemekti. Çünkü sevgiye giden o yolun her dönemecinde, her kilometre taşında gözyaşı yüklü bir sabrın, bir meşakkatin ve bir hüznün olduğunu bütün tarih kitapları yazar.

O büyük düşünür Socrates: “Kendi içinde yolculuk yap! Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya şuurlu bakmanın yolu en başta bu iç yolculuktan geçiyor” derken; insanın bazı karar aşamalarında kendi iç dünyasında vicdan ağırlıklı manevi bir yolculuğa çıkması gerektiğine işaret eder. Ve böylresine duygu temelli, böylesine özeleştisi temelli bir yolculuk sayesinde de insan; hep varola gelen o doğruları, o gerçekleri daha farklı bir gözle kavrayıp anlamaya başlar.Ve yine bu sevgi temelli yolculuk sayesinde de insan günün birinde hep varola gelen o asıl söze ulaşır, o asıl kimliğini elde eder ve o asıl kişiliğini kazanır.Yani bir anlamda şuan tıpkı benim yapmaya çalıştığım giibi; maddeci bir bireyden, maneviyata değer veren bir bireye geçiş yapabilir.Ve bunu yaparken de sevgiyi, saygıyı, dostluğu ve kardeşliği hep ön plana çıkarması gerekir. Bir yanda sonsuz bir sevgi, bir yanda ebedi bir dostluk, bir yanda karşılıklı bir saygı, bir yanda barışı kutsayan bir kardeşlik ve bir yanda da hep var olan o vicdan muhasebesi, o özeleştiri süreci. İnsan bazen ikilem içine düştüğünde, bazen manevi bir boşluk yaşadığında, bazen o derin yalnızlıklara itildiğinde ve bazende yeni bir karar alma aşamasına geldiğinde hep sığınabileceği güvenli bir liman arar. Ve o güvenli limanda; çoğu zaman bizim o manevi dünyamızın asıl sahini olan o derin yalnızlıklardır, o sonsuz yalnızlıklardır. Çünkü insan gerçek bir anlamda manevi bir doyum yaşamak istiyorsa eğer; o zaman adına yalnızlık denilen ve birçok insanı da ürküten o yaşam şeklini asla dışlamaması gerekiyor.Çünkü düşünen bir insan için, manevi arayışta olan bir insan için ve kendi iç dünyasında yolculuğa çıkan bir insan için yalnızlık diye birşey asla söz konusu olamaz, olmamalıdırda. Yalnız kalmayı başarabilen insanlar ve kendi kendisine yetmesini bilen insanlar; o ebedi mutluluğa giden yolu ardına kadar aralarlar ve orada kendileri için sevgi dolu, dostluk dolu, barış dolu, kardeşlik dolu cennetten bir dünya inşa ederlerç

Henrik Ibsen: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır” demiştir ve devamında da: “Dünyada en güçlü insan; en yalnız durandır” demiştir.

Nietzsche ise: “Bir derin kuyuya benzer yalnızlık.Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, deyin bana kim çıkarabilir?” diyerek; olayı bir başka boyuta taşır.

Aldous Huxley ise: “Vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkumdur” derken; adına yalnızlık denen o ruh halinin günün birinde her insanın kapısını mutlaka çalacağını bir güzel anlatmak ister.

Jean de La Bruyere ise: “Yalnız kalamamak ne büyük bir talihsizlik” derken; insanların bazı hallerde o yalnızlığı ne kadarda aradıklarını anlatmaya çalışır.

Charles Bukowski ise: “Bu dünyada öyle büyük bir yalnızlıkı var ki; akreple yelkovanın ağır hareketinde görebilirsiniz” derken; yalnızlığı ne güzelde ifade eder.

Mark Twain ise: “En kötü yalnızlık, kendinle barışık olmamaktır” derken; asıl sorunlu yalnızlığın insanın kendi iç dünyasındaki o savaşlardan kaynaklandığını anlatmak ister.

Anton Pavlovic Cehov ise: “Kendini yalnız hisseden için her yer çöldür” der.

Jean de La Fontaine ise: “Ahmaklarla olmaktanda, yalnız kalmak daha iyidir” der.

Goethe ise: “Yalnızlık, tek kelime.Söylenişi ne kadar kolay.Halbuki yaşanması o kadar zordur ki” der.

Benjamin Disraeli ise: “En yalnız olduğumuz anda arkadaşlığı buluruz” der.

Descartes ise: “Yalnızlık, bir daha kırılmayacağın ve üzülmeyeceğin bir huzurdur.Onu çekilmez yapan tek şey ise ‘yenilmişlik’ duygusudur” der.

Alex Browning ise: “Okumak öğrenmeye yol açar, ama dehanın okulu yalnızlıkltır” der.

George Sand ise: “Sevilmeyen bir insan her yerde ve herşeyde yalnızdır” der.

Sidney Lovell ise: “Arada bir insan yapımı olmayan birşeye dikkatle bak; bir dağ, bir tıldız, akan bir nehrin kıvrımları. İşte o zaman bilgeliği ve sabrı göreceksin, daha da ötesi bu dünyada yalnız olmadığını” diyerek; aslında bir yaratıcıdan bahseder ve yalnızlık diye birşey olmadığını da yine bize hatırlatmak ister.

Epiktetos ise bu konuda şöyle der: “Geceleyin kapılar kapanıp da ışıklar söndüğünde; odamda yalnızım deme, yine yalnız değilsin.”

Bütün bu güzel sözlerden sonra insan neden hala yalnız olmaktan veya yalnız kalmaktan korkarki ve neden hala o asıl gerçeği bir türlü görmek istemez ki? Çünkü bazen insan, o boğucu kalabalıkların içinde bile yapayalnızdır. Ve insan, o boğucu kalabalıkların içinde bile bazen öylesine kayboluki; o anda neyin doğru neyin yanlış olduğunu veya neyin gerçek olduğunu, neyin hayal olduğunu bir türlü kavrayamaz. Ve o anda yakın çevresinde bazen evren hakkında, bazen kainat hakkında, bazen yaratılış hakkında, bazen doğanın sırları hakkında, bazen biz bütün canlılara yüklenen o şifre hakkında, bazen sevgi hakkında, bazen dostluk hakkında, bazen kardeşlik hakkında, bazen maneviyat hakkında, bazen yaşam hakkında ve bazende ölüm hakkında kendince bir cevap bulmaya çalışır. Ve bulamadığı zamanlarda da bazen kendisini tıpkı şuan benim yapmaya çalıştığım o derin yalnızlıklar içine hapseder. Ve böyleliklede o yalnızlık ortamlarında maneviyatın ne olduğunu, özeleştirinin ne olduğunu, vicdan muhasebesinin ne olduğunu, asıl sevincin ne olduğunu, asıl mutluluğun ne olduğunu, asıl huzurun ne olduğunu, asıl saadetin ne olduğunu, asıl kurtuluşun ne olduğunu, asıl sabrın ne olduğunu, asıl meşakkatin ne olduğunu, asıl iyiliğin ne olduğunu, asıl yardımseverliğin ne olduğunu, asıl güvenin ne olduğunu, asıl itimatın ne olduğunu, asıl acı çekmenin ne olduğunu, asıl çile çekmenin ne olduğunu, asıl gözyaşı dökmenin ne olduğunu, asıl açlığın ne olduğunu, asıl yoksulluğun ne olduğunu, asıl emek sömürüsünün ne olduğunu, asıl alınteri dökmenin ne olduğunu, asıl hırsızlığın ne olduğunu, asıl yalan söylemenin ne olduğunu, asıl günah işlemenin ne olduğunu, asıl sevap işlemenin ne olduğunu, asıl sevginin ne olduğunu, asıl dostluğun ne olduğunu yavaş yavaş anlamaya çalışır.Ve böyleliklede kendisine sevgi temelli bir dünya inşa etmeye başlar.Çünkü sevgi; yaşamın ta kendisidir ve doğanın asıl varoluş sebebidir.

Samuel Smiles sevgi konusunda şunu söyler: “Sevgi, kötülüğü yok ettiği gibi, iyiliği de yaymaktadır, katı kalpleri yumuşatmakta, insan doğasının en saf yönünü oluşturmaktadır.Sevgi, insanlığın dayandığı en büyük hakikattir.”

Paracelsus ise sevgiyi şöyle tarif eder: “Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan, hiçbir şey anlamaz. Hiçbir şey anlamayan değersizdir, oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür.”

Robert G. Ingersol ise şöyle der: “Sevgisiz bir saray, eski bir kulübeden farksızdır.İçinde sevgi olan küçük bir barakaysa, ruh için bir saraydır.”

Michael Dorris ise sevgiyi şöyle anlatır: “Yaşamlarımızın değişik aşamalarındaki o sevgi işaretleri farklılık gösterir; bağımlılık, ilgi, hoşnutluk, kaygı, sadakat, keder gibi; ancak yürekteki sevgi hiç değişmez.”

Andre Gide ise sevgi konusunda şunu söyler: “Sevmek, insanların birbirlerine bakmaları değildir, birlikte aynı yöne doğru bakmalarıdır.”

“Sevmekten sonra en büyük mutluluk, sevgiyi ifade etmektir.”

William Shakespeare ise sevgiyi şöyle anlatır: “Sevgi ektiğimiz yerde, sevinç büyür.”

“Amaç, sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır.”

“Yağmuru sevdiğini söylüyorsun; ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun.

Güneşi sevdiğini söylüyorsun; ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun.

Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun; ama rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun.

İşte bundan korkuyorum; çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.”

Sophokles ise: “Ben bu dünyaya kin değil, sevgi paylaşmaya geldim” der.

Dostoyevski ise: “Sevginin bulunmadığı yerde, aklı da arama” der.

John Ruskin ise: “Sevgi ve beceri yanyana geldiğinde, muhteşem bir eserin ortaya çıkmasını bekleyin” der.

Ali ibn Abu Talib ise: “Sevgi, dostlara saygılı olmakla güçlenir” der.

Antole France ise: “İnsan, yanlızca sevdiği zaman kötülük etmez” der.

Erich Fromm ise: “Kendine karşı sevgi, başkalarını sevebilme yetisine sahip olanlarda görülür” der.

Leo Buscaglıa ise: “Sevgi, her zaman kolların açık duruşudur; sevgi için kollarınızı kaparsanız eğer, kendiniz dışında tutacak hiçbir şey kalmadığını görürsünüz” der. Ve devamında da: “Verdikleri sevgiyi tam ölçüsünde geri almak isteyenler, ciddi düş kırıklığına uğrayacaklardır. Çünkü sevgi, eşit miktarlarda öl.ülüp dağıtılmaz” der.

Wolfgang Van Goethe ise: “İçinden şöyle bir etrafa baktı mı insan, sevginin nasıl hayat verdiğini öğrenir.”  “Tabiatın tacı sevgidir, ancak sevgi yoluyla ona yaklaşılabilir.Sevgi bütün varlıklar arasında uçurumlar yaratır, ama herşey birbiriyle kucaklaşmak ister; her şeyi bir araya çekmek için bribirinden ayırmıştır” der.

Albert Einstein ise: “Gençliğimizde, düşüncelerimizi oluşturan bütün konular sevgi ile ilgilidir, sonraları ise bütün sevgilerimiz, düşüncelerimiz olur” der.

George Sand ise: “Hangi acı, sevginin verdiği acıdan daha soylu ve daha değerlidir” der.

Spinoza ise: “Sevgi ne kadar büyükse, acısı da o kadar büyük olacaktır” der.

Budha ise: “İçinde sevgi barınan için, bütün dünya tek bir ailedir” der.

Herman Hesse ise: “Sevginin varlık nedeni, bizi mutlu kılmak değildir.Benim inancıma göre sevgi; acı çekmelerde, çilelere katlanmalarda ne kadar güçlü olduğumuzu bize göstermek için vardır” der.

Friedrich Schiller ise: “Sevgi, insanı birliğe; egoizm ise yalnızlıda götürür” der.

Empedocles ise: “Bazen sevgi sayesinde herşey birbiriyle birleşir, başka bir zamanda ise nefret yüzünden hepsi birbirinden ayrılır gider” der.

Constance Foster ise: “Sevgi bizi zamanın yıkımından koruyan, yıkılmaz bir kaledir” der.

Mawlana ise: “ İnsanların en kötüsü, sevmeyen ve sevilmeyendir” der.

Ve sen, ey Veysel Baba! Böylesine sevgi dolu güzel sözlerden sonra ve böylesine maneviyat yüklü sözlerden sonra bile; hala o gerçeği göremedin mi, hala o doğruyu göremedin mi ve hala o keşkeleri, o pişmanlıkları hayatından silemedin mi? Ve hala daha ne zamana kadar o yanlışlıklarını, o hatalarını devam ettireceksin? Ve daha ne zamana kadar o paranın esiri olacaksın, daha ne zamana kadar o eğlence dünyasına malzeme olacaksın, daha ne zamana kadar o gece hayatının içinde öylece yok olup gideceksin ve daha ne zamana kadar o kirli çarkın bir dişlisi olacaksın? Ve daha ne zamana kadar para-pul için, şan-şöhret için, köşk-saray için, mal-mülk için ocaklar söndüreceksin, emek hırsızlığı yapacaksın, savaş çığırtkanlığı yapacaksın, kan akıtacaksın, dayanılmaz acılara sebep olacaksın, insanlara bol bol açlık ve yoksulluk hediye edeceksin, insanlara bol bol gözyaşı armağan edeceksin ve hiç utanmadan da, hiç sıkılmadan da işlemiş olduğun o günahlara yeni yeni günahlar ekleyeceksin?

Ve sırf kendi kişisel çıkarın için daha ne zamana kadar sözde demokrasi havariliğine soyunacaksın ve bu uğurda yeni yeni savaşlar çıkaracaksın, yeni yeni ülkeler işgal edeceksin, yeni yeni sömürü alanları yaratacaksın, yeni yeni askeri darbeler organize edeceksin, yeni yeni oyunlar icat edeceksin ve yeni yeni yalanlar üzerine cehennemden bir dünya inşa edeceksin? Ve bu karanlık amaç uğrunada daha ne zamana kadar şu güzelim doğayı katledeceksin, iklim değişikliklerine sebep olacaksın, küresel ısınmaya sebep olacaksın, çevre felaketlerine yol açacaksın, doğal yaşam alanlarını yok edeceksin, hayvan katliamlarına göz yumacaksın ve bütün bir geleceğimizi daha şimdiden esir alacaksın?

Ve sen, ey Veysel Baba! Daha ne zamana kadar bu kirli senaryonun bir parçası olacaksın ve bütün bu olanlara öylece seyirci kalarak yaşanan bir felakete göz yumacaksın? Çünkü vakit hızla tükenmekte ve zaman da hızla eriyip gitmekte. Ve şu güzelim dünyamız, o sevgiden yoksun insanlar tarafından  adeta bir felakete doğru sürüklenirken; öylece bir kenarda oturmanın ve herşeye öylece seyirci kalmanın herhangi bir geçerli açıklaması veya mazereti olamaz, olmamalıdır da. Çünkü biz iyi kalpli insanların sayesinde ve biz sevgi dolu insanların sayesinde; bu dünya daha da bir güzelleşecektir ve dahada bir yaşanılası bir hale gelecektir.

Bütün bu mesajları bir bir algılamaya ve özümsemeye çalışan o yaşam vurgunu Veyse Baba; ilk önce kendi içinde bir manevi yolculuğa çıktı, sonra kendisini bör özeleştiri süzgecinden geçirdi, kendi ruhunu vizdan muhasebesine tuttu, sabretmeyi ve sabırla beklemeyi öğrendi, yalnızlığın ne olduğunu veya yalnız yaşamanın nasıl birşey olduğunu anlamaya çalıştı, geçmişse dair hatalarını masaya yatırdı, o yanlışlardan bir takım dersler çıkardı, geleceğe dair bir takım yeni kararlar aldı, asıl sevginin ne olduğunu öğrenmeye çalıştı ve asıl dostluğun nasıl birşey olduğunu anlamaya çalıştı.Ve daha sonrada kendisini bir takım yeni sevgilere, yeni dostluklara adamaya karar verdi.

Veyse Baba, artık içinde insanın olmadığı bir başka sevgiyi, bir başka dostluğu bulabilmek ümidiyle olsa gerek geceyi bekledi.Çünkü gerçek dostlar; tıpkı o yıldızlar gibidir ve onlar tıpkı bizim o iyi kalpli tilki dostumuz Sessiz Ayak gibi ancak karanlık çökünce ortaya çıkar. Çünkü en iyi dostlar; tıpkı o yıldızlqr gibi her zamanb görünmezler, ama onlar oralarda bir yerlerde o sırlarla ve gizemlerle örülü o Shoreditch Park’ın bit yerlerinde hep vardırlar ve bir gece vakti aniden ortaya çıkıp o yaşam yorgunu Veysel Baba’nın sona erdirmek istediği o hayatını bir güzel kurtarırlar.

Bütün bu yaşamı boyunca en büyük ihanetleri, en büyük aldatılmışlıkları, en büyük terkedilmişlikleri ve en büyük darbeleri hep insanlardan gören o yalnızlıkların adamı Veysel Baba; artık bundan sonraki yaşamında elinden geldiğince insanlara yer vermeyecekti, vermemeliydi de.Çünkü o artık çok yorulmuştu ve o yorgun haliylede yeniden insanların içine karışarak; onlardan aynı ihanetleri, aynı terkedilmişlikleri ve aynı unutulmuşlukları yeniden yaşamak istemiyordu.Ve bu düşünce içinde çoktandır beynini kurcalayan o gizemli dostunu, o iyi kalpli dostunu bulabilmek ümidiyle ve tüm sevgisini ona verebilmek düşüncesiyle bir gece yarısı evden çıktı ve o sırlarla ve de gizemlerle örülü o Shoreditch Park’ın yolunu tuttu. Çünkü onun o yorgun bedeninin hem sevgiye ihtiyacı vardı ve hemde güvenilir bir dostluğa ihtiyacı vardı.Ve o güvenilir dostlarda ancak geceleri ortaya çıkarlardı, tıpkı gökyüzündeki o yıldızlar gibi..

Sabırla Gelen Asıl Mutluluk

Bir insan belli bir aşamadan sonra veya belli bir yaştan sonra kendi içine dönmeye karar verirse, inzivaya çekilmek isterse veya manevi bir arınma sürecine girmek isterse; işte o noktada ona gerekli olacak tek şey sabırdır, metanettir ve beklemeyi bilmektir.Biz bütün insanlarda akıl vardır, fikir vardır, öngörü vardır, tahlil edebilme becerisi veya yetisi vardır, sezgi vardır, hatalardan ve yanlışlardan ders çıkarma vardır, iyi olanı ve güzel olanı arama vardır, doğru olanı arayıp bulma vardır, adalet arayışı vardır, hak ve hukuk arayışı vardır, eşit paylaşım arayışı vardır, yardımseverlik vardır, fedakarlık vardır, vicdan muhasebesi vardır, özeleştiri vardır, eleştiriye açık olma vardır, geçmişi sorgulama vardır, her türlü düşünceye saygı vardır, ırk ayrımına karşı çıkma vardır, din ve mezhep ayrımına karşı çıkma vardır, sınıf ayrımına karşı çıkma vardır, cinsiyet ayrımına karşı çıkma vardır ve düşünce ayrımına karşı çıkma vardır.

Fakat bütün bu özelliklerin yanında veya bütün bu insani değerlerin yanında; bir de biz insanoğlunda sabırsızlık diye birşey vardır, acelecilik diye birşey vardır, tahammülsüzlük diye birşey vardır, kıskançlık diye birşey vardır, çekememezlik diye birşey vardır, ayak kaydırma diye birşey vardır, bencillik diye birşey vardır, doyumsuzluk diye birşey vardır, rekabet diye birşey vardır, mala tapma veya paraya tapma diye birşey vardır, hep benim olsun ve herşey bende toplansın diye birşey vardır dünyayı ele geçirme ve tek bir merkezden yönetme diye birşey vardır ve hiç ölmeyecekmiş gibi bütün bir dünyayı ateşe salan ve en büyük günahları işlemekten hiç çekinmeyen bir şeytani düşünce vardır.

O güzel insan, o değerli insan Epiktetos derki:

“Ölüm var, o halde neden başkalarının hakkını yersin?

Ölüm var, o halde neden efendilik havalarına girersin?

Ölüm var, o halde neden hakkıyla idare etmezsin?

Ölüm var, o halde neden ilahlık taslar, despotluk yaparsın?”

“Kader eninde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer.”

“Herkes günahlarının bedelini ödeyecektir, ektiğini biçecektir.Bunu çok iyi bilen adam hiçkimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşalığamaz, hor görmez,kimseyi haksız yere itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz.

Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka birşey olmadığını çok iyi bilir.”

Bencilliğin, hırsız, tutkunun,rekabetin,aceleciliğin,tahammülsüzlüğün,doyumsuzluğun,kıskançlığın ve benmerkezci düşüncenin insanı nasılda bir günah abidesine dönüştürdüğünü ve nasılda sabırsız bir hale getirdiğini bütün o insanlık tarihi çok iyi bilir ve çok iyi yazar. Yazay yazmasına da; kimi insanlar bundan bir ders çıkarmayı bilmezler, bilmek istemezler veya işlerine öyle gelir. Böylesi bir düşüncenin temelinde kolaycılık vardır, acelecilik vardır ve insanın o sonu gelmez hırslarına, tutkularına esir olma vardır. Halbuki sabretmeyi bilmek veya o anın gelmesini sabırla beklemek ne de güzel bir davranış şeklidir, ne de onurlu bir karekettir ve ne de insanı yücelten bir yaklaşım biçimidir. William Shakespeare: “Sabrı olmayanlar, ne kadar fakirdirler.” Derken; sabrın bir insan için en büyük zenginlik olduğunu ifade etmek ister. Leo Tolstoy ise: “Sabır ve zaman; işte benim bahadır askerlerim.” Derken; sabır ve zamanın ne kadar da birbirlerine bağlı kavramlar olduğunu ve birbirlerini ne de güzel tamamladıklarını bize anlatmak ister. Ve devamında da şunu ifade eder: “Sabır ve zamandan kuvvetli birşey yoktur. Çünkü herşeyi bunlar yapar.”

O güzel insan Pablo Neruda ise: “ Yanlızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına” derken; asıl mutluluğa giden o yolun sabırdan geçtiğini anlatmak ister.Vauvenarques ise: “Sabır, umut etme sanatıdır” derken; ona sanatsal bir boyut ekler. Franz Kafka ise olaya daha farklı bir açıdan yaklaşarak şöyle der: “ İnsanın belli başlı iki günahı vardır; öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. İnsan sabırsız olduğu için cennetten kovuldu, tembelliğinden geri dönemiyor.” Saint Augustinus ise :”Sabır, bilgeliğin arkadaşıdır” derken; ancak bilge insanların gerekli sabrı gösterebileceklerini anlatmak ister veya sabrın insanı yavaş yavaş olgunlaştırarak o bilgeliğin kapısına kadar taşıdığını anlatmak ister.

Valter Eliot ise: “Sebat, uzun ve tek bir yarış değildir; birbiri ardına yapılan pek çok kısa yarışlardan oluşur” derken; sebat etmenin veya sabırla beklemenin aslında bir çok kısa yarışın toplamı olduğunu ifade etmek ister. James Howel ise: “Sabır, her bahçede yetişmeyen bir çiçektir” derken; sabrın her insanda bulunmadığunu anlatmak ister. Lafontaıne ise: “Sabır ve zaman, şiddet ve öfkenin yapabileceğinden daha fazla iş başarır” derken; asıl başarıların adresini sabır ve zaman olarak görür. Lao Tzu ise sabır konusunda şöyle der: “Yaptığın işte sabırlı olursan; her ne iş yaparsan yap tamamlarsın.” Helen Keller ise: “Dünyada sadece sevinç olsaydı, cesur ve sabırlı olmayı asla beceremezdik” derken; sevinç ve mutlulukların her zaman insandaki o gizli hazinelerin önüne bir set çekebileceğini bir güzel anlatmak ister. Bu konuda Susanna Tamaro ise şöyle der: “Sabır, acelenin panzehiridir.” Isaac Newton ise: “Bir hizmette bulundu isem, bu çalışmaktan ve sabırla düşünmekten başka birşey değildir.” Friedrich Schiller ise: “Büyük başarıların sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir” derken; olayı ne güzelde anlatır ve ne güzelde ifade eder.

Ve bu konuda diğer bütün güzel insanlar da, bütün o yol göstericiler de şöyle der:

Franklin P. Jones: “Ne kadar sabırlı olduğunuzu, çocuklardan öğrenebilirsiniz.”

Stanislaw J. Lee: “Sabrı öğrenmek de,sabır işidir.”

Bhartrihari: “Sabır bir zırh, öfke ise düşmanların an azılısı.”

Buffon: “Deha sabırdır, sabır ise acı bit bitkidir; fakat meyvesi tatlıdır.”

Leigh Hunt: “Sabırla nezaket birleşince, güç doğar.”

François Rene de Chateaubriand: “Katlanmasını bilen için, hiçbir acı önemli değildir.”

Alexis Carrel: “Kendine bağlı kal ve sabret, hiç taklit etme. Sana huzuru senden başkası veremez.”

Bernard De Saint Pierre: “Sabır, erdemin cesaretidir.”

Benjamin Disraeli: “Beklemeyi bilen insan, her şeti elde edebilir.”

John Baptiste Moliere: “Geç yetişen ağaçlar, en iyi yemiş verenlerdir.”

Andre Gide: “İlk erdem, sabırdır.”

  1. J. Rousseau: “Sabır acıdır, ama meyvesi tatlıdır.”

Edmund Burke: “Sabrımız gücümüzden daha çok şey başarır.”

Nessac: “Sabır, er kişilerin ahlakıdır.”

Plautus: “Sabrın sırrı; beklerken başka bir işle meşgul olmaktır.”

Mack Ginnis: “Sabırsız kişi, iki kez bekler.”

Ali ibn Abu Talip: “Bana beni sorarsan, ben zamanın bütün olaylarına sabırla direnirim.”

Mawlana Jalaluddin-i Rumi: “Sabır önceleri zehirdir, huy edersen bal olur.”

“Bütün güzel şeyler sabırdan sonra gelir.”

“Çıkacağım makama sabrı merdiven yaparım.”

“Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.”

“Acele, birçok işi bozar; dilediğin şeyi yavaş yavaş fakat sağlam bir şekilde yapmalısın.Unutma ki Allah insanı yavaş yavaş tam kırk yılda olgunlaştırır.”

“Çalınan her kapı hemen açılsaydı; ümidin,sabrın ve isteğin derecesi anlaşılmazdı.”

“Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil! Sabret, doğrusunu Allah daha iyi bilir.”

“Sabret ki herşey hissettiğin kadar derin ve sonsuz olsun. Sabret ki herşey gönlünce olsun.”

“Herşey üstüne gelip, seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme! Çünkü orası kaderinin değişeceği noktadır.”

O gönüller sultanı Hz. Mawlana, bu en son sözüyle sanki benim şu an içinde bulunduğum o durumu tarif etmekte ve sanki bana seslenmekte. Herşey öylesine üstüme geldiki ve öylenise beni yorup vazgeçirecek bir noktaya getirdiki; artık herşeyden vazgeçip tamamen teslim olmak üzereydim. Ve bu karamsar düşünceyle birlikte bir parkta ölüm uykusuna yatmaya karar verdim. Fakat o soğuk kış gecesinde nereden geldiğini bilmediğim bir tilki tarafından kurtarılıp hastahaneye kaldırıldıktan sonra; kendi kendimi biz özeleştiri sürecinden geçirmeye karar verdim. Çünkü o an, benim kaderimin değiştiği noktaydı ve artık yaşamıma yeni bir yön vermem gerekiyordu. Ve ilk önce manevi bir doyuma erişmek için ve yaşamın asıl anlamını kavrayabilmek için tüm o eski alışkanlıklarımdan bir bir kurtulmaya çalıştım. Ve bunu başarabilmek için de eve kapandım, inzivayi bir yaşam sürdürmeye karar verdim. Bu noktada bana gerekli olan tek şey ise sabırdı, sabretmekti ve beklemesini bilmekti.

Acılara, üzüntülere, kederlere sabretmek gerekir. Çünkü onlar insanı kahretmek için değil; sınamak için, terbiye etmek için ve manevi bir doyuma ulaştırmak için gelirler. Hiçbir acı ebediyen değildir ve hiçbi acı sonsuz kalmayacaktır. Böylesi anlarda ümidini kaybedip yanlış yollara sapmak ve kolay olanı, basit olanı, ucuz olanı tercih etmekte biz insanlara göre değildir. Çünkü her gecenin sonunda bir aydınlık vardır ve her aydınlığın sonunda da mutlaka bir kurtulış saklıdır, bir mutluluk saklıdır. Yeterki böylesi zor anlarda bize en çok gerekli olan o sabrı, o metaneti en iyi şekilde gösterebilelim. Ve bu noktada bir örneklemeye gidecek olursak eğer; birçok dini kitapta ve inanç yapılanmasında Hz. Ayyub’un (Job, Iyyov,Iyyab,Eyüp) sabrından bahsedilir ve onun sabrının sınanmasından bahsedilir. Ve bu olayı kısa bir hikaye biçiminde buraya almak istersek eğer ve bundan bir ders çıkarmaya çalışırsak eğer; hikaye veya olay şöyle geçer:

Hz. Ayyub’un Sabrı

Hz Ayyub’un tıkır tıkır giden işleri ilk kez hayvanlarının peş peşe hastalanmaya başlamasıyla bozuldu. Ve çok kısa bir süre içinde de o koca sürüden sıska bir inek, kara bir keçi kaldı. Hz. Ayyub’un bütün hayvanları telef oldu.İnsanlar Ayyub’un bu duruma ne diyeceğini meral ediyor; ağzını yoklayarak:

“-Nedir bu başına gelenler? “diyerek ah vah ediyorlardı.Ayyub peygamber ise o yüksek ahlakından ödün vermekszin onlara:

“-Allah verdi; Allah aldı.Herşey O’nun değilmi?” diye cevap veriyordu.

Ayyub peygamber sürüdeki bütün hayvanlarını kaybetti, ama sabrını ve metanetini hiç kaybetmedi. Derler dertler ve belalar geldiğinde arka arkaya gelirmiş, aile ve akrabalarıyla birlikte gelirmiş! Ayyub peygamber bir gün dışarıda başka bir işle meşgul iken çok acı bir haber daha aldı.Ani bir deprem sonucu evi yıkılmış ve bütün çocukları göçük altında kalmıştı.O yıkıntıdan tek sağ kurtulan ise yalnızca karısıydı.Ayyub peygamberin gözleri evlat acısından adeta kanlı yaşlarla doldu; ama o yine “sabır” dedi.

Ayyub peygamber çocuklarını kaybetti, ama sabrını ve metanetini hiç kaybetmedi. Belalar henüz bitmemişti.Hz. Ayyub’un vücudunda yaralar çıkmaya başladı.Küçük küçük çıbanlar, gün geçtikçe büyüdü ve bütün vücuduna yayıldı.Ayyub peygamber en iyi hekimlere gittiysedei, en iyi ilaçları kullandıysada herhangi bir fayda görmedi.Ve hatta vücudundaki o yaralar iyileşeceğine daha da azıyordu.Ayyub peygamberin hastalığı iyice arttı ve onu çalışmamayacak bir hale getirdi. Artık çalışamadığı için elde avuçta ne varsa hepsini bir bir tüketti. Karısı ona bakıyor ve elinden geldiğince de evi geçindirmeye çalısıyordu.

Ayyub peygamberin yaraları dahada fenalaştı.Hastalığının bulaşıcı olması ihtimaline karşı artık hiç kimse onun yanına bile yaklaşmak istemiyordu. Ayyub peygamber artık yapayalnız kalmıştı.Acı ve ıstıraplar içindeydi, ama o yinede o haldeyken bile Allah’a dua etmeye ve O’ndan sabır dilemeye devam etti. Bir müddet sonra ise bırakın vücudunu kareket ettirmeyi, dudaklarını kıpırdatacak takati bile kalmamıştı.Yani sözün kısası; bir insanın başına gelebilecek her türlü felaket, acı ve müsibet onun başına gelmişti. Fakat o, yinede o sağlıklı ve o varlıklı günlerinde olduğu gibi Allah’tan uzaklaşmamış, O’na olan bağlılığını ve güvenini hiç kaybetmemişti. Hz. Ayyub imtihanını başarıyla geçmiş ve çevresindeki insanlara örnek bir kul olmuştu.

Ayyub peygamber sağlığını kaybetti ama sabrını ve metanetini hiç kaybetmedi.

Hastalığının şiddetlendiği bir anda:

“Ey Rabbim! Halim sana malumdur.Adını anamayacak kadar hastayım! Ey şifa veren! Şifana muhtacım!..” diye dua etti.

Yüze Allah, o kulunda çok hoşnuttu.Ve onun duasını kabul ederek makamınıi kendi katında daha da yücelterek O’na:

“-Ayağını yere vur” diye vahyetti.Ayyub peygamber güçlükle ayağını kaldırıp indirdi. Ayağını indirdiği yerden berrak bir su kaynamaya başlado. Ayyub peygamber o suyla yaralarını temizledi.Yaraları çok kısa bir sürede kuruyup kayboldu; sudan doyasıya içti ve içindeki o dertler de böylelikle şifa buldu. Ayyub peygamber, hastalanmadan önceki o sağlığına tez zamanda kavuştu.Sağlığını yeniden kazanan Ayyub peygamber, eski servetini de yeniden kazandı.Ve böylece o; ferah ve sağlık içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksul ve hastalıklı bir haldeyken bile O’na hiç küsmedi ve isyan etmedi. Ve böylelikle de o güzel insan, o iyi kalpli insan Ayyub Peygamber, Allah’ın en saık kulu olarak ve en sabırlı kulu olarak tarihe geçti.

Ve yine sabırla ilgili çok meşhur bir deyim vardır, sabır çanağı taştı, şeklide.Hikayesi ise şöyledir:

Ülkenin birinde, bir yerlerde çok zengin bir adam varmış.Bu adam çok genç yaşta ölünce; herşeyi karısı ile küçük kızına kalmış.Fakat adamın karısı da bir yıl sonra ölünce mallarının ve servetinin tek varisi olan o küçük kızlarına amcasi vasi olmuş. Amcası, yengesi ve oğulları; o yetim kızcağızın hem mallarını yerlermiş ve hem de ona hizmetçi gibi davranırlarmış.

Bütün o insanların tafralarını çeken, isteklerini yerine getirmeye çalışan, her türlü hakaretlerine maruz kalan ve hatta sık sık dayak bile yiyen o küçük kız halini hiçkimseye anlatmaı bir türlü becerememiş. Hiç kimse ile konuşmasın diye de bütün gün ona; çamaşır gibi, bulaşık gibi, ev temizlemek gibi, mutfak işleri gibi ağır işler verirlermiş. Ve hatta suçu olsun olmasın her gün dövülerek korkutulurmuş.

Tavan arasındaki o küçücük odasında geceleri geç vakitlere kadar ağlayıp duran o iyi kalpli küçük kız, bir gece rüyasında Ayyub Peygamber’i görmüş. Ve rüyasında Ayyub Peygamber, o küçük kızın derdini dinlemiş, sırtını sıvazlamış, onu teskin ve teselli etmiş. En sonunda ona bir güzel sabır tavsiye ederek kendisine bir çanak verdikten sonra:

“Bak yavrum, bu çanağı gizli bir yere sakla.Hergün bildiğin duaları oku ve vaktin oldukça “Ya sabır” çek ve bu çanağa üfle. Derdini bu çanağa anlat.Gözyaşlarını bu çanağa biriktir.Birgün bu çanak taşacak ve senin çilen de o zaman dolacak.”

O yi kalpli kız çocuğu sabahleyin erkenden uyanmış ve rüyasında gördüğü o ak sakallı ihtiyarı, o nur yüzlü adamı hatırlamış. Sonra kalkıp giyinmek için elbise dolabını açtığında birde ne görsün? Ayyub Peygamber’in rüyasında kendisine vermiş olduğu o çanak orada, o elbise dolabının içinde öylece durmuyor mu. Hem sevinmiş, hem şaşırmış ve hemde bu sırrı kiç kimseye söylememesi gerektiğini düşünerek,sessizce çanağı alıp bağrına basmış.

Derken aradan aylar geçmiş ve bizim o iyi kalpki kızımız günde iki, üç defa odasına çıkıp gizlice dolabı açarmış.Ve orada saklamış olduğu o Sabır Çanağı’nı hem öper,hemd erdini o çanağa anlatır, hem o güzelim gözyaşlarını onun içine akıtır ve hem de biraz olsun teselli bulurmuş. Derken çanağa akıttığı o gözyaşları giderek çoğalmaya başlamış.Ve bir gün yine derdini dökmek için dolabın kapısını açtığında çanağın artık taşmak üzere olduğunu farkeden kız çocuğu o anda kendi kendisine acaba şimdi ne olacak diye sormuş. Ve o bunları düşünürken amcası onu aşağıdan çağırmış. O anda korkudan eli ayağına dolanan o iyi kalpki kız çocuğu elindeki çanağı yeniden dolaba koyduktan sonra hemen aşağıya koşmuş.

O gün bütün ev halkı hazırlanmış ve vapurla çok uzaktaki bir yere tatile gidiyorlarmış.Ve o küçük kız çocuğunuda, o eve bekçi olarak bıraktıktan sonra ona çok sıkı tembihlerde ve talimatlarda bulunmuşlar. Fakat kader bu ya; ev halkının bindiği o vapur, denizin tam ortasında fırtınaya yakalanıp batmış ve ev halkının tamamı da o fırtınada boğularak ölmüşler.Ve o küçük kız çocuğu da yeniden o evin sahibi olmuş ve babasından kendisine miras kalan o malların hepsine yeniden sahip olmuş.Artık sabredemez oldum vey artık sabredecek takatim kalmadı manasına gelen: “Sabır çanağı taşti” deyiminin hikayeside bu şekilde anlatılmaktadır. Ve işte bütün bunlardan dolayıdır ki; ben Dersim’li Veysel Baba olarak eve kapanıp, inzivaya çekildikten sonra kendime rehber olarak o sabrı ve o maneviyatı seçtim.Çünkü sabır acıdır, ama tatlı bir meyvesi vardır.Sevgiler-Saygılar.Veysel Baba.