Veysel Baba ve Maneviyata Yöneliş

O sırlarla ve gizemlerle örülü Shoreditch Park; o soğuk kış günü orada kendi iç dünyasında söz konusu bu hikayenin iki ana karakterini bir güzel buluşturarak bütün o sırlarını, bütün o gizemlerini onlara açmaya karar vermişti. Çünkü onun artık taşıyamayacağı kadar bir çok sırrı ve gizemi vardı. Örneğin onun gündüz ve gece olmak üzere iki farklı dünyası vardı. Gündüzleri kapılarını o güzelim insanlara açan Shoreditch Park; gece olduğunda da busefer daha farklı bir kimliğe bürünerek kapılarını o sevgi dolu tilkilere açmaktaydı.

Shoreditch Park gerçektende binbir sırla ve gizemle donatılmış gibiydi.Ve bu sır dolu parkta öylesine ilginç olaylar ve dramatik sahneler yaşanmıştıki; sanki hepsi sadece bu parka ait olaylar gibiydi.Ve bu gizem dolu parkın o tozlusayfaları arasında öylece sıkışıp kalmış o olaylar, o yaşanmışlıklar artık ortaya saçılmalıydı ve bu parka dair herşey birbir ortaya dökülmeliydi.Uuzn bir zamandan beridir bağrında sakladığı o sırları, o gizemleri açacak bir adam arayan o Shoreditch Park; en sonunda aradığı o güven duyabileceği adamın bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba olduğuna karar verdi. Veysel Baba’nın o geceki konuşması ve sözlerindeki o derinlik, Shoreditch Park’ı böyle bir karar vermeye ikna etmişti.

Shoreditch Park o gün orada, o bankın üstünde adeta ölüm uykusuna yatan o adamı yeniden hayata döndürebilmek için o sırdaşı konuşan tilkiyi devreye sokmuştu. Ve o gece, o parka kendisine uygun bir eş bulmak için gelen Sessiz Ayak ise; parkın orta yerinde öylece hayattan bıkmış bir adamın o soğukta ölüm uykusuna yattığını görünce hemen devreye girmiş ve parkın yanındaki o ankesörlü telefondan bir ambulans cağırmıştı. Çünkü o konuşan bir tilkiydi ve bütün bunları çok iyi biliyordu. Ve daha önce de bu şekilde davranarak birkaç kişinin dana hayatını kurtarmıştı. Örneğin kurtardığı kişiler arasında kendisini ağaç dalına asanlar, silahlı bir çatışmada ağır bir şekilde yaralananlar, yolu kesilipte bıçakla yaralanan bir kişi, başına almış olduğu bir darbeden dolayı öylece bayılan bir kişi, kalp krizi geçiren bir adam ve hatta orada, o parkın ortasında doğum yapan bir bayan. Ve bizim o iyi kalpli dostumuz konuşan tilki bu sefer de aynı şekilde davranarak bir adamın hayatını kurtarmıştı. Parkın bitişiğindeki o ankesörlü telefondan bir yandan ambulans çağırırken, bir diğer yandan ise o güzelim kuyruğuyla bizim Veysel Baba’nın yüzünü okşayarak onu ısıtmaya çalışıyordu. O bankın üstünde yarı baygın bir şekilde adeta ölüm uykusuna yatan o yaşam yorgunu adam ise bütün bunlaru hayal meyal hatırlıyordu. Kibritçi Kız’ın o en son halini hatırladı ve o soğukta ninesini hayal ederken elindeki o kibritleri nasılda birer birer yaktığını hatırladı. Kendi köyünü hatırladı ve o çocukluk günlerindeki o masalımsı halini hatırladı. Ve o dere kenarında çamaşır yıkayan o köylü kadınları hatırladı. Sonra bir tilkinin o uzun kuyruğuyla hem ellerini, hemde yüzünü ısıtmaya çalıştığını hatırladı.

Adam, bir hastahanenin acil servisinde biraz olsun kendine geldiğinde bütün bu hatırladıklarının ne kadarının gerçek ve ne kadarının hayal ürünü olduğunu tam olarak bilmiyordu. Bildiği tek şey ise; o şu an hala hayattaydı ve bir hastahanenin acil bölümünde öylece yatmaktaydı.Bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba biraz olsun kendine geldikten sonra; orada çalışan görevlilerden gerek kendi sağlığı hakkında ve gerekse de oraya, o hastahaneye nasıl ve ne şekilde getirildiği hakkında bir takım bilgiler edinmeye çalıştı. Çünkü o; dün gece orada, o parkın tam orta yerinde ölüm uykusuna yatmıştı. Ve onu orada, içinde bulunduğu o durumdan kim veya kimler kurtarmış olabilirdi acaba? O soğuk kış gecesinde ve gecenin o ilerlemiş saatinde hangi aklı başında insan o parkı mesken tutmuş olabilirdi? Yoksa hayal meyal hatırladığı o tilki gerçekten varmıydı ve acaba onun sayesindemi hayatta kalmıştı, onun sayesindemi bu hastahaneye getirilmişti? Adam, bu sorularla birlikte akşama doğru hastahaneden ayrılıp eve döndü. Daha önceleri de ölümle birçok defa burun buruna gelen Veysel Baba; her defasında onu altederek yaşama tutunmayı başarmıştı. Onca işkenceye rağmen, onca açlığa ve susuzluğa rağmen, onca hücre cezasına rağmen, onca çatışmaya rağmen ve onca ihanete rağmen, onca terkedilmişliğe rağmen o yinede teslim olmamış ve bir şekilde de olsa hayatta kalmayı başarmıştı.Fakat bütün bir yaşamı örnek bir mücadeleyle geçen bu yaşam yorgunu adam; günün birinde ihanete uğrayınca ve o çok sevdiği arkadaşları tarafından dışlanıp adeta yalnızlığa terk edilince o da herşeye küsmüş ve kendisini o rengarenk ışıklarla dolu Londra gece hayatının içine atmıştı. Ve böylelikle de asıl kimliğinden uzaklaşarak sahte bir yaşamın, acımasız bir yaşamın ve içi boş bir yaşamın çok kötü bir parçası haline gelmişti. Ve onun bir zamanlar ölümüne sahip çıktığı o insani değerlerin yerini şimdi o içki masalarındaki o boş kadehler almıştı, o çıkar temelli ilişkiler almıştı, o sahte gülücükler almıştı.

Veysel Baba eve döndükten sonra bütün bunları düşündü ve kendisini bir özeleştiri süzgecinden geçirmeye karar verdi. Çünkü bu şekilde hayatına devam edemezdi ve böylesine bir yaşam şeklide ona hiç yakışmıyordu.Bir zamanların örnek gösterilen adamı, o saygı duyulan adamı gelinen bu en son aşama itibariyle adeta bir yenilgi abidesi gibi öylece ortada duruyordu. Ve artık bu kötü gidişe bir son vermeliydi ve bundan sonraki yaşamına dair birtakım dersler çıkararakİ adına yaşam denilen o güzelim armağanın bir tarafına o da en güzel bir şekilde tutunmalıydı. Ve bütün bunları gerçekleştirebilmesi içinde adına siyaset denilen o kirli oyunun, o danışıklı oyunun biraz olsun dışına çıkarak asıl kurtarıcı güç ve asıl sığınılacak liman maneviyattı.Çünkü maneviyat içteki kirleri temizler, kötü düşünceleri yok eder, insanı karamsar düşüncelerden uzaklaştırır, hayatına bir anlam, bir mana, bir derinlik katar ve ona yeni bir ruh aşılar, ümit aşılar, yaşam aşılar.

O büyük düşünür ve mutasavvuf Mawlana Jalaluddın-ı Rumı (1207-1273); böylesi durumlarda ümidini kaybetmiş olan o insanlar için ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi karamsarlığa kapılmış olan o insanlar için bakınız neler söylüyor ve ne tür uyarılarda bulunuyor:

“Ümitsizlik tarafına gitme, ümitler vardır.Karanlık tarafa gitme, güneşler vardır.”

“Sıkıntı zamanlarında sakın ümidini kesme; çalış, gayret göster. Göreceksinki bir gün o güneşli günler seni kucaklayacaktır. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel ve sakın ümidini kaybetme.”

“Güneşin varlığına delil yine güneştir. Delil ararsan güneşten yüz çevirme.”

“En büyük israf, ömrün boş yere harcanmasıdır.Çünkü bir saatlik ömür, yüzbin dinarla geri çevrilemez.”

“Ey oğul bağlanma hür olmaya bak! Ne zamana kadar altın ve gümüşün esiri olacaksın! Denizi bir kovaya boşaltmaya çalışsan da, kova bir günlük ihtiyacını alır ancak.”

“Uyanık görünen kişi aslında derin uykudadır; uyanıklığı, uykusundan daha da beterdir. Varlığın Tanrı ile uyanık değilse; uyanıklığın, hapishanedeki uyanıklık gibidir.”

“Dünyalık insan yoksul ve korkaktır, hırsızlardan korkması anlamsızdır bak! Çıplak gelip, çıplak gittiği halde dünyadan; ciğeri kan ağlar, hep hırsızların korkusundan.”

“Dünyalık akıl, duyguların ve heveslerin esiridir.Allah yolunda seni alıkoyan yol kesicidir.Kargaların peşine takılıp giden canlar, yol alsalar bile ancak mezara varırlar.”

“Dünya kazancı için yapılan hileler boştur, dünya sevgisini azaltan hileler hoştur. Bu dünya zindandır, biz ise esiriyiz.Bu zindanı delip kendimizi kurtarmalıyız.”

“Yoklukla kavuş varlığa, dünyayı bırak. Vuslatla yolun ahreti, ukbayı bırak.Tanrıysa muradın düşünüp durma derin. Dünyayı unut, maddeyi,manayı bırak.”

“Bir damla akıl verdin bana huzurundan. Denizlerine ulaştır, kurtar beni bu damlalıktan.”

“Bir beste gibi ol, ardından özlemle söz etsinler.”

“Yüklekliği isterdim, onu alçakgönüllülükte buldum.”

“Güneş olmak ve altın ışıklar halinde ummanlara, çöllere saçılmak isterdim. Gece esen ve suçsuzların ahına karışan yüz rüzgarı olmak isterdim.”

“Binlerce tuzak yemleri vardır, hayat yolunda ve biz heves içinde zavallı kuşlar gibiyiz. Binlerce tuzak olsa da her adım başı yolda; sen bizimle olduktan sonra, kaygı yoktur yolda.”

“İster topalla, ister uyuşuk ol, ister edepsiz; yine de O’na yönel, O’nu dinle, O’na gel.”

“Come, come, whoever you are. Wanderer, worshiper, lover of leaving, it doesn’t matter.Ours is not caravan of despair.Come, even if you have broken your vow a hundred times. Come, come again, come.”

Ve bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba, o gönüller sultanı Mawlana Jalaluddin-Rumi’nin böylesine anlamlı, böylesine derin manalar içeren ve böylesine maneviyat yüklü sözlerinden sonra artık yeni bir karar verme aşamasına geldiğini düşünmekteydi. Maddeci bir vireyden, dünya malına tapan bir bireyden ve o içi boş yaşam şeklinden bir an önce kurtulup; maneviyata değer veren, insana değer veren ve her açıdan örnek alınabilecek kişilikli bir yaşam şekline, mesaj yüklü bir yaşam şekline geçiş yapmalıydı.Ve manevi bir doyuma ulaşabilmesi için de öncelikli olarak o kötü düşüncelerden, o çıkar temelli düşüncelerden, o günü birlik ilişkilerden ve o maddeci yaklaşımlardan hemen kurtulması gerekiyordu. Örneğin o arkadaş çevresini hemen değiştirmesi gerekiyordu ve rengarenk ışıklarla dolu o gece hayatına da bir an önce son vermesi gerekiyordu. Ve hemen ardından da o alkole, o sigaraya, o düzensiz beslenmeye ve o uykusuz gecelere de bir son vermesi gerekiyordu. Çünkü adam; adeta bir teslimiyet abidesine, bir yenilgi abidesine, bir pişmanlık abidesine, bir karamsarlık abidesine ve hatta bir duyarsızlık abidesine dönüşmüştü.

O yaşam yorgunu adamın o işkenceyle, korkuyla, ihanetle,aldatılmışlıkla, terkedilmişlikle, kanla, gözyaşıyla, hüzünle, çileyle, bir kenarda unutulmuşlukla, açlıkla, yoksullukla,sefaletle ve öylece bir başına bırakılmışlıkla dolu o yaşam grafiğine veya senaryosuna çok daha sonradan alkol gibi, sigara gibi, o düzensiz yaşam gibi ve o gece hayatı gibi birtakım günahkar yaşamlar veya birtakım sorumsuz yaşamlar daha eklenmişti. Ve onun çok daha sonradan zaten zayıf düşmüş olan o bedeni, böylesine emanet yaşamları veya böylesine düzensiz yaşamları daha ne kadar taşıyabilirdiki?

Gelinen bu en son aşama itibariyle onun bir an önce kendisini toparlaması gerekiyordu. Gerek ruhsal olarak, gerek bedensel olarak her açıdan kendini yenilemeliydi ve kendisine bir çeki düzen vermeliydi. Ve artık neredeyse iflas aşamasına gelmiş olan o yorgun bedeni üzerinde daha derin acılara, daha derin hüzünlere ve gözyaşlarına izin vermemeliydi. Ve artık onun bundan sonraki o yaşamında o pişmanlıklara, o ihanetlere, o terkedilmişliklere, o bir kenarda unutulmuşluklara, o yürek burkan dramlara, o duygu yüklü gözyaşlarına, o ruhsal travmalara, o bedensel yorgunluklara, o uykusuz gecelere, o intiharvari girişimlere ve o keşke gibi pişmanlık dolu sözlere asla yer olmayacaktı ve olmamalıydıda.

Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerinden biri olan ve gerçek üstücülük konularında yazmış olduğu birçok denemeyle tanınan Arjantin’li şair ve yazar Jorge Luis Barges (24 Agustos 1899-14 Haziran 1986); artık o sanat dolu, o yoğun bir üretkenlik dolu o örnek yaşamının son dönemlerine geldiğinde ve iyice elden ayaktan düşüpte ölümün o soğuk nefesini yavaş yavaş hissetmeye başladığında yeniden kağıda kaleme sarılıyor ve içinde bir sürü keşkelerin olduğu, bir sürü pişmanlıkların olduğu bir şiir kaleme alıyor.Ve bakalım o güzel insan, o örnek insan Horge Luis Borges söz konusu o yazısında ne söylüyor ve ne tür pişmanlıklarını veya ne tür keşkelerini dile getiriyorç Ve bu sayede de bize ne tür bir mesaj vermek istiyor:

“ If I could live again my life, in the next,

I’ll try, to make-more mistakes,

I won’t try to be so perfect,

I’ll be more relaxed,

I’ll be more full-than I am now,

In fact, I’ll take fewer things seriously,

I’ll be less hygienic,

I’ll take more trips,

I’ll watch more sunsets,

I’ll climb more mountains,

I’ll swim more rivers,

I’ll go to more places, I’ve never been,

I’ll eat more ice creams and less lima beans,

I’ll have more real problems and less imaginary ones,

I was one of those people who live prudent, and prolific lives each minute of his life,

Of course that I had moments of joy-but,

If I could go back I’ll try to have only good moments,

If you don’t know - that’s what life is made of,

Don’t lose the now!

I was one of those who never goes anywhere without a thermometer,

Without a hot water bottle, and without an umbrella and without a parachute,

If I could live again- I will travel light,

If I could live again- I’ll try to work bare feet at the beginning of spring- till the end of autumn,

I’ll ride more carts,

I’ll watch more sunrises and play with more children,

If I have the life to live- but now I am 85, and I know that I am dying.

-Jorge Luis Borges (1899-1986)

Gerçektende şu güzelliklerle dolu dünyada hepimizinde o değerli insan Jorge Luis Borges gibi; ertelenmiş bir sürü hayalleri mutlaka vardır. Ve bir sürü keşkelerle veya bir sürü pişmanlıklarla dolu o güzelim hayallerimizi bazen gerçekleştiremediğimiz için, bazende yarım bıraktığımız için geriye dönüp baktığımızda hep kendimizi suçlayıp dururuz.Ve yaşamın o acımasız gerçekleri karşısında nasıl yenik düştüğümüzü, nasıl maddeci bir bireye dönüştüğümüzü, nasıl duygudan yoksun bir birey haline geldiğimizi, nasıl kurgulanmış bir makine haline getirildiğimizi, nasıl acımasız bir metaya dönüştürüldüğümüzü ve giderek nasılda o güzelim hayallerimizden bir bir uzaklaştığımızı gördülçe o keşkeleri, o sonu gelmez pişmanlıkları birbiri ardına sıralayıp dururuz. Ve tıpkı o güzel insan Jorge Luis Borges gibi 80’li,90’lı yıllara geldiğimizde de; hemen kağıdı-kalemi elimize alarak içindeki bir sürü pişmanlıkların olduğu, bir sürü keşkelerin olduğu o yarım kalmış hayallerimizi veya o hep ertelemiş olduğumuz hayallerimizi birbir hatırlamaya çalışırız. Ve şuan tıpkı benim yapmaya çalıştığım gibi.Ve ben Dersim’li Veysel Baba olarak, yaşam yorgunu bir birey olarak ve 60’lı yıllara merdiven dayamış bir dünyalı olarak buradan derim ki:

“Keşke hep çocuk kalsaydım ve hayatın o acımasız gerekçeleriyle hiç tanışmasaydım.

Keşke o küçük dağ köyünce sonsuza değin o hayallerimle yaşasaydım.

Keşke hiç büyümeseydim ve dünyayı değiştirmek gibi bir hayalin peşinde koşuşturup, öylece oradan buraya savrulup durmasaydım.

Keşke siyaset gibi, adalet gibi, barış gibi, kardeşlik gibi, eşitlik gibi, sevgi gibi, bir arada yaşama gibi o güzelim kavramlarla hiç tanışmasaydım ve bundan dolayı da o katillerle, o despotlarla, o canavar ruhlu kan emicilerle, o işkencecilerle, o ihanetçilerle ve o çıkarcılarla hiç karşılaşmasaydım. Ve bunca acıyı, bunca çileyi, bunca hüznü, bunca hayalkırıklığını, bunca itilmişliği, bunca dışlanmışlığı,bunca terkedilmişliği, bunca unutulmuşluğu, bunca yalnızlığı ve bunca pişmanlığı hiç yaşamasaydım.

Keşke şöyle uzaklarda bir yerlerde öylece yetişmiş ve öylece unutulmuş bir ceviz ağacı olsaydım. Ve o ceviz ağacını kendisine mesken edinmiş bir sincapla arkadaş olsaydım. Veya şöyle dere kenarında her ilkbahar gelişinde öylece yeşillenip meyve veren bir erik ağacı olsaydım.Ve oradan gelip geçenlere kendimi beğendirmek için daha da bir yeşillenseydim, dahada bir güzelleşseydim ve meyvelerimi dahada bir tatlandırsaydım.

Keşke her ilkbahar gelişinde eriyen o karların içinden öylece çıkan ve öylece gökyüzüne doğru yükselen bir kardelen çiçeği olsaydım.Ve o çiçeğe konan bir uğu böceği olsaydım, bir arı olsaydım, bir kelebek olsaydım.Veya bir kayanın dibindeki basit bir yonca olsaydım ve öylece toprakla birleşen bir ölümlü olsaydım.

Keşke bu kadar seçici, bu kadar özenli, bu kadar hayalperest ve bu kadar takıntılarla dolu bir insan olmasaydım.

Keşke bir çocuğun elindeki o masal kitabı olsaydım, o kalem olsaydım, o defter olsaydım, o resim fırçası olsaydım, o tual olsaydım ve o uçurtma olsaydım.

Keşke gökyüzündeki o yıldızlar gibi herkesin hayallerine girseydim ve onların o güzelim rüyalarını birbir süsleseydim.

Keşke bi gökkuşağı gibi bütün bir dünyayı öylece sarıp sarmalasaydım.Ve tıpkı bir yağmur halinde bütün çöllere, ovalara,dağlara,kırlara,bayırlara,düzlüklere ve ormanlara öylece yağsaydım ve onlara hayat verseydim. Fakat?..

Veysel Baba ile Konuşan Tilki Sessiz Ayak

Veysel Baba ile konuşan tilki Sessiz Ayak arasında geçen bu gizem dolu hikaye; aslında o yağmur yüklü şehir Londra’nın kuzeyinde bir yerlerde yer alan o meşhur Shoreditch Park’ta geçmektedir.

Ve yine gizem dolu hikayemizin ana kahramanlarından biri olan Veysel Baba adındaki kişi; o meşhur Shoreditch Park’ın hemen bitişiğindeki o Kinder House adlı binanın 8 nolu dairesinde bir başına yaşamaktadır.

Ve söz konusu bu ilginç hikayemizin diğer bir kahramanı olan o konuşan tilki Sessiz Ayak ise; yine aynı parkın çok yakınında bir yerde yer alan o ünlü St.John’s Hoxton adlı kilisenin o duvar dibindeki sığınağında tek başına yaşamaktadır.

Bu güzel hikayemizin bu iki farklı dünyaya ait kahramanını buluşturan ve onların arasında bir sevgi çemberi oluşturan o Shoreditch Park; aslında birçok sırrı ve gizemi kendi içinde barındırmaktadır. Ve sanki o güzelim Shoreditch Park bütün o sırları, gizemleri; bu hikayemizde adı geçen o kahramanlar için biriktiripte saklamış gibidir.

O sırlarla ve gizemlerle dolu Shoreditch Park’ın gündüz ve gece olmak üzere iki farklı dünyası vardır. Gündüzleri adeta insanlarla dolup taşan ve çocukların neşe içinde oyun oynadıkları biryer haline gelen o güzelim Shoreditch Park; akşam olup hava karardıktan sonra yavaş yavaş bir başka kimliğe  bürünerek bölgede yaşayan bütün tilkilerin adeta uğrak yeri olur.Birçok sırrı ve gizemi içinde barındıran o vefakar Shoreditch Park bu iki değişik kimliğinden veya bu iki farklı şeklinden hiç rahatsız olmaz.

Ve bir gün o sırlarla örülü Shoreditch Park; soğuk bir kış gecesinin sabahında hikayemizin bu iki değişik kahramanını bir araya getiripte tanıştırmak için bütün enerjisini kullanmaya karar verdi. O soğuk kış gününde gecenin geç saatlerine kadar bir barda oturup içki içen ve bir bilinmezlik deryası içinde öylece savrulan Veysel Baba; söz konusu o eğlence yerinden ayrıldığında saat sabahın ikisini gösteriyordu. Adam artık yorgun bir savaşçı gibi, herşeyini kaybetmiş bir komutan gibi kendisini gece gündüz içkiye vermişti.

Adam her zaman yapmış olduğu gibi o günün gecesinde de sabaha kadar içki içmişti. Ve o saatte bar kapanmasaydı eğer hala içmeye devam edecekti. Adam çaresiz bir şekilde bardan ayrıldı ve hemen karşısındaki o otobüs durağına yöneldi. Dışarıda hava adeta buz gibiydi ve o soğukta epeyce bir süre gece otobüsünün gelmesini bekledi. O saatte bütün bir şehir en derin uykusunda iken o hala buralarda yarı perişan bir halde öylece dolanıp duruyordu. Bir süre orada, o soğukta bekleşip duran adam gece otobüsü geldiğinde hemen bindi ve gidip arkada bir yere oturdu. Adam, o yarı uykulu gözlerle biran önce eve varmak ve kendisini öylece yatağa atmak istiyordu. Bir süre sonra evlerinin yakınındaki otobüs durağına geldiğinde son bir gayretle kendine gelen adam otobüsten inip Shoreditch Park’ın içinden geçerek eve doğru yürümeye başladı. Bu yoldan yürümek biraz olsun onu kendine getiriyordu ve bu sayede de kendi kendisini eleştirerek yapmış olduğu o hatalardan, o yanlışlardan bir takım derslerçıkarmaya çalışıyordu. Fakat sabah olupta biraz olsun kendine geldiğinde ise; yine aynı hatalarına, aynı yanlışlarına geri dönüyordu.

Veysel Baba, sabahın bu erken saatinde öylece perişan bir şekilde ve öylece yarı uykusuz bir halde o parkın içinde yürürken; o saatte uyuyan o mutlu insanları düşündü. Belirli bir amaç doğrultusunda çalışan ve düzenli bir hayat sürdüren bütün o insanlar şimdi bir güzel uykuda iken ve en güzel rüyalarını görür ikenİ o ise herşeye inat edercesine bütün günlerini ve gecelerini o barlarda, pavyonlarda geçirmekteydi. Sabahlara kadar çılgınlar gibi eğlendiğini düşünen adam aslında hayatı kendine zehir etmekteydi. Ve her gece bu parkın içinden geçerken bütün bunları düşünerek kendisi için sağlıklı bir yol arayıp duruyordu. İyi bir gerekçe veya mutlu bir tesadüf belkide onu yeniden hayata bağlayacak ve ayaklarının üzerinde durmasına yol açacaktı. Çok uzun yıllar öncesinde yaşamış olduğu o insanlık dışı işkencelerden dolayı iyice harap olmuş olan o zayıf vücudu; şimdi gerek o düzensiz yaşamdan dolayı, gerek o düzensiz beslenmeden dolayı ve gerekse de alkol benzeri kötü alışkanlıklarından dolayı iyice çökmüştü. Artık bu kötü gidişe bir son vermenin zamanı çoktan gelip geçmişti, ama nasıl ve ne şekilde olacaktı. İşte onu tam olarak bilmiyordu.

Ve sözkonusu bu hikayemizin bir diğer kahramanı olan konuşan tilki ise; çok uzun yıllar öncesinden bu yana kendisine yuva olarak seçmiş olduğu St. John’s Hoxton kilisesinin duvar dibindeki o yuvasından daha yeni çıkmış bir şekilde o gizemliShoreditch Park’ın yolunu tutmuştu.Kışın bu ayları o güzelim kızıl tilkilerin (red fox) çiftleşme dönemleri olduğu için dişi tilkiler kendilerine kur yapacak olan o erkek adayı bulabilmek için genellikle o meşhur Shoreditch Park’ın yolunu tutarlar. Bu aylarda (Ocak-Şubat) erkek tilki, dişi tilkiye kur yapar ve kendini ona beğendirmek için her yolu dener. Ve bunda başarılı olursa eğer onunla çiftleşir. Bu birleşmeden sonra erkek tilki, dişi tilkinin yanında kalarak yeni doğacak olan yavruların bakımında anneye yardımcı olmaya çalışır.Yaklaşık elli gün süren bir gebelikten sonra anne tilki genellikle üç ile beş adet arası yavru tilki dünyaya getirir.Bazen bu rakamların on iki gibi çok yüksek rakamları da bulduğu olmuştur.Yeni doğan yavruların gözleri ilk iki hafta boyunca hep kapalıdır ve hiç görmezler. Binominal ismi Vulpes Vulpes olan kızıl tilki yavruları ilk altı hafta boyunca anneleri tarafından emzirilirler.Yavrular bir aylık olunca yuvalarından çıkıp dışarıda oyun oynamaya başlarlar ve bu şekilde de doğayı tanımaya çalışırlar. Dişi tilkinin herhangi bir sebepten dolayı ölmesi halinde veya yuvaya dönmemesi halinde yavru tilkilerin bakımını erkek tilki üstlenir.

Yeni doğan tilki yavruları birkaç haftadan sonra annelerinden bağımsız hareket etmeye başlarlar. On ay kadar sonra da bir başka tilkiyle çiftleşebilecekleri bir olgunluğa erişirler. Ve bir yaşına geldiklerinde de yuvalarından ayrılıp kendilerine yeni bir yuva kurarlar veya yeni bir sığınak ararlar. Kızıl tilkiler genellikle geceleri ava çıkan omnivor hayvanlardır. Yeni doğan yavrulara avlanmayı öğreten anne tilki haricindeki diğer bütün tilkiler hep yalnız ava çıkarlar. Senenin çok büyük bir bölümünü yalnız bir şekilde geçiren kızıl tilkiler; diğer birçok kıtada olduğu gbi Avrupa’da da sıkça görülmektedir. Özellikle Avrupa’nın kuzeyinde sıkça görülen kızıl tilkiye İngiltere’nin kırsalında dahada bir sıkça rastlanır.

Kırsal kesimde yaşayan ve çiftçilikle uğraşan insanların adeta baş belası olan kızıl tilkiler; onlara ait o kümeslerden tavuk gibi, hindi gibii, ördek gibi, kaz gibi ve hatta tavşan gibi kümes hayvanlarını bir güzel aşırıp yemeyi çok severler. Ve ayrıca güvercin gibi, fare gibi, kene gibi diğer bazı hayvanları da avlayıp yedikleri için; şehirlerdeki ve kasabalardaki o hayvan popülasyonlarını da bir şekilde önlerler. Ve bu sayede de şehirlerdeki o sağlık ortamına dolaylı bir şekilde katkı sundukları için de bizlere faydaları dokunur. Genellikle kurnazlıklarıyla bilinen ve bu yönleriyle de birçok masal kitabınada konu olan kızıl tilkiler; her türlü yaşam şekline çok rahatlıkla ayak uydurabilirler. Şehirleri bir yaşam alanı olarak seçen kızıl tilkiler soğuk kış ayları hariç genellikle gecenin geç vakitlerinde ortaya çıkarlar.Çok sessiz bir şekilde hareket eden ve yürüyen kızıl tilkileri farketmek neredeyse imkansızdır.İngiltere’nin her yerinde, her bölgesinde bu kızıl tilkilere rastlamak olasıdır. Her köyün, her kasabanın, her şehrin, her yeşil alanın ve hatta her parkın yakınında bir yerde kendisine bir yaşam alanı bulan veya oluşturan o kurnaz dostlarımız, o baş belası dostlarımız; en çokta bizlerin o rüyalarını, o hikayelerini, o düşlerini ve o hayallerini süslemektedirler.

Ve işte o Yağmur Yüklü Şehir’in yani Londra’nın kuzeyindeki o gizemli Shoreditch Park’ı ve hemen onun yakınındaki o meşhur St.John’s Hoxton Kilisesi’nin o ikiyüz yıllık duvar dibini kendisine bir sığınak yeri gibi gören o tilki de işte böyle bir tilki familyasına ait bir yaramazdır, bir gece avcısıdır. Ve o soğuk kış gecesinde kendisine yeni bir eş bulabilme ümidiyle Shoreditch Park’ın yolunu tutan Sessiz Ayak; biraz sonra parkın içine vardığında oradaki bir bankın üstünde öylece yarı baygın bir halde oturan ve kendi kendine konuşan bir adamı farketti. Adam hem yalnızdı ve hemde hıçkırıklara boğulmuştu. Saçı, sakalı iyice ağarmış olan o adamın o anda sanki tövbe eder gibi bir hali vardı. Ve adamın evi parkın hemen yanıbaşında olmasına rağmen o yinede, o soğuk kış gecesinde sanki kendisini cezalandırmak için o parkı seçmişti.Bütün bir şehir o saatte en derin uykusunda iken ve çocuklarda en güzel rüyalarını görürlerken; bizim o yalnızlıklar abidesi Veysel Baba sanki o gece inat etmiş ve kendşsşnş cezalandırma yoluna gitmişti.

Konuşan tilki Sessiz Ayak adeta bir yenilgi abidesi gibi görünen o sır dolu adamın içine düşmüş olduğu o çaresiz ruh halini görünce; o gece için düşünmüş olduğu o eş arama işinden vazgeçti. Ve çok sessiz bir şekilde oradaki çalılıkların arasından öylece süzülerek hala oradaki bankın üzerinde oturan o adamın yanına kadar vardı. Ve artık böylesine yakın bir mesafeden o saçı, sakalı ağarmış olan o zavallı adamın bütün o pişmanlık dolu sözlerini dahada bir rahat duyabiliyordu. Adamın o yalnız hali, o çaresiz hali ve o ağlamaklı hali bizim konuşan tilkiyi çok üzmüştü. Uzunca bir süreden bu yanadır o sır dolu Shoreditch Park’ı  ve onun yakın çevresini mesken tutan Sessiz Ayak; belkide ilk defadır bölesine acıklı ve böylesine hüzün dolu bir olayla karşılaşıyordu.Adam o anda sanki bitmemiş bir hikayeden veya masaldan öylesine fırlayarak bu soğuk kış gecesinde o gizem dolu parkın tamda ortasına öylece düşmüş gibiydi. Ve sanki yarım kalmış bir öyküyü, bir masalı tamamlaması için bir takım gizemli güçler orada, o bankın üstünde öylece oturan o adamı buraya göndermiş gibiydiler.

Sessiz Ayak uzun yılların kendisine vermiş olduğu o bilgi birikimiyle olsa gerek o anda hemen kararını verdi ve kendi kendisine:

“Çok uzun yıllardan beridir beklediğim o şanslı kişi heralde bu adam olmalı. Adamın güven verici bir hali var ve tıpkı benim gibi yalnızlıktan bıkmış gibi bir hali var. Artık dayanılmaz bir hale gelen o sırlarımı bu adamla paylaşabilirim. Ve bu yalnızlık abidesi gibi görünen adamla saygıya dayalı, sevgiye dayalı ve karşılıklı güvene dayalı bir dostluğun kapısını sonsuza kadar aralayabilirim. Ve ayağıma kadar gelen böylesine önemli bir şansı geri çevirmemem gerekiyor” diye birşeyler konuştuktan sonra, o patileriyle sessiz bir şekilde yürüyüp oradaki adamın yanına kadar vardı. Fakat o sırada oradaki bankın üzerinde öylesibe çaresiz bir şekilde oturan o adamın bizim o konuşan tilkimizi farkedecek bir hali bile yoktu.Bütün bir günü o içkili mekanlarda geçiren adam; hem sarhoştu, hem huysuzdu ve hemde ayakta bile duracak hali yoktu.Adamın evi biraz ileride birkaç yüz metre ötede olmasına rağmen yinede o; bu geceyi, bu gizem dolu parkta geçirmeye karar vermişti.Çünkü onun çoktandır unutmuş olduğu veya ihmal etmiş olduğu bir günah çıkarma işi vardı.Ve bu gece burada, bu parkın tamda ortasında o yarım kalan günah çıkarma işini mutlaka ama mutlaka tamamlamalıydı. Hava çok soğuk olduğu için ve saat sabahın üçü gibi olduğu için dışarıda hiç kimseler yoktu. Bu saatte hiç kimseler onu duymayacağı için de o artık çok rahatlıkla içinde biriktirmiş olduğu o isyanlarını, o itirazlarını dile getirebilirdi ve tanrısına istediği şekilde haykırıp, yakarabilirdi.

Bu düşünceler içinde adam hala oturduğu o bankın üzerinden son bir gayretle ayağa kalktı ve iki elini havaya doğru kaldırıp açtıktan sonra yüksek bir sesle yakarmaya başladı. Ve herkesin duyacağı bir şekilde de:

“Ağla ey Veysel Baba, ağla! Artık yolun sonuna geldin.Bu yenilginin tek sorumlusu sensin. Adına yaşam denilen bu zorlu mücadeledeki asıl yenilgi yine sana aittir.Bu gözyaşı yüklü tek kişilik trajedganın asıl başrol oyuncusu da yine sensin. Artık bundan ötesi yok ve olmasının da herhangi bir anlamı yok.Çünkü adına yaşam denilen bu umut yolculuğunda sana herhangi bir yer yok.Sen, bu anlam yüklü umut kervanına hiç yakışmıyorsun ve kervanın ahengini, ritmini, güzelliğini bozuyorsun. Ve artık senin için bundan ötesi olmayacağına göre kenara çekilmenin bir zamanı gelmedi mi? Çünkü sen; bu günahkar yaşam şekliyle ve bu duyarsız yaşam şekliyle bu dünyaya hiç yakışmıyorsun.

Ey Veysel Baba! Bu bir sürü pişmanlık dolu tek kişilik oyunu sen kurguladın, sen yazdın ve sen sahneye koydun. Ve bu tek kişilik oyunda bazen bir iyiliksever oldun, bazen bir adalet savaşcısı oldun, bazen ihanetlere uğradın, bazen işkencelerden geçirildin, bazen yalnızlıklara itildin, bazen unutulmuşlar arasına eklendin, bazen renkten renge büründün, bazen fikirden fikire savruldun ve bazen dekolaycılığı tercih ederek o teslimiyet korosunda yer aldın. Ve o sonu gelmez hatalarını, yanlışlarını veya savrulmalarını gördüğün halde bir an olsun duraklamadın, bır an olsun özeleştiri yapmadın ve bır an olsun kendine çeki düzen vermedin. Hep inat ettin ve bir an olsun geriye dönüpte o yanlışlarından, o hatalarından dersler çıkarmak istemedin. Kendi kendinle adeta bir inatlaşma yarışı içine girerek böylesi bir mağlubiyeti adeta kaçınılmaz kıldın.

Ve sen ey Veysel Baba! İnsanlar gecenin bu bir hayli ilerlemiş saatinde evlerinde bir güzel uyurlarken ve en güzel rüyalarını görürlerken; sen ise adeta mağlubiyet abidesi gibi böylesine soğuk bir kış gecesinde burada, bu parkın tam ortasında böylesine çaresizlikler içinde en son sahneni oynamaktasın. Senin dışındaki insanların bir çoğu hayatın o yalın gerçeklerine uyarak kendileri açısından en doğru olanı yaptılar ve örnek alınacak bir takım yaşam şekilleri oluşturdular. Sen ise kolay olanı tercih ederek o yalın gerçeklerden kaçtın ve kendine yalan üzerine inşa edilmiş bir sahte dünya yarattın. Ve böylelikle bir suç imparatorluğunun, bir günah imparatorluğunun çok küçük bir oyuncağı haline geldin, çok küçük bir parçası haline geldin. İnsanların bir çoğu ekmek derdine düşerek gündüzlere sahip çıkarlarken, sen ise tam tersini yaparak eğlence peşine düştün ve o büyüleyici gecelere sahip çıktın. İnsanlar o kutsal dava uğruna aydınlıklara doğru yürürlerken, sen ise büyük bir inatla o sonu gelmez karanlıklara doğru yürüdün.

Ey Veysel Baba! Ey yaşam yorgunu adam! Ey yalnızlıklarla dost olan adam! Hani nerede o bir zamanların örnek gösterilen adamı? Hani nerede o bir zamanların ileri görüşlü adamı?Hani nerede o bir zamanların çağdaş düşünceli adamı?Hani nerede o bir zamanların anti kapitalist adamı?Hani nerede o bir zamanların evsensel düşünceli adamı? Hani nerede o bir zamanların sosyalist düşünceli adamı? Hani nerede o bir zamanların barış diyen, kardeşlik diyen,dostluk diyen, eşitlik diyen adamı?Hani nerede o bir zamanların özgürlük diyen, hürriyet diyen o inatçı adamı?Hani nerede o bir zamanların bütün dünya halkları kardeştir diyen adamı? Hani nerede o bir zamanların inanç ayrımına, ırk ayrımına, renk ayrımına dur diyen adamı?Hani nerede o bir zamanların doğasever adamı, o küresel ısınmaya karşı çıkan adamı? Hani nerede, nerede, nerede? İşte tam da burada, adına Shoreditch Park denilen bu yerin tam ortasında adeta bir yenilgi abidesi gibi, bir pişmanlık abidesi gibi öylece durmakta.

Ve sen, Veysel Baba! Bu hüzün dolu mağlubiyet senin eserindir. Ve bu gözyaşı yüklü son da yine senin eserindir.Ve artık bu gözyaşı yüklü oyunun sonuna geldin.Biraz sonra sahnenin bütün ışıkları sönecek ve perde de bir daha açılmamak üzere sonsuza dek kapanacaktır.Herşeyin bir başı olduğu gibi, bir de sonu vardır. İnsanlar doğarlar, büyürler ve en nihayetinde ölürler. Sen de doğdun, büyüdün ve en sonunda da o makul son ile başbaşa kaldın. Ve artık o dram yüklü yaşam yolunda daha fazla ısrar etmenin hiçbir faydası yoktur. Bu noktada daha fazla inat edip o anlamsız yaşamı sürdürmenin de hiçbir yararı yoktur.Çünkü daha fazla yaşam, daha fazla acı demektir, çile demektir, kahır demektir, gözyaşı demektir, hüsran demektir, yenilgi demektir ve yalnızlık demektir. Ve bunun içindir ki; elveda bütün hatıralar, bütün yaşanmışlıklar. Elveda, elveda,elveda.” Dedikten sonra da oradaki bankın üzerine öylece yığılıp kaldı.

O sırada hava gerçekten de çok soğuktu ve o yaşam yorgunu adam o anda Shoreditch Park’ın tam da orta yerinde ölüm uykusuna daldığında saat sabahın dördünü göstermekteydi. Ve o sırada dışarıda bizim konuşan tilki Sessiz Ayak’tan başka hiç kimse yoktu. Ve o soğuk kış gecesinde bir anlamda ölüm uykusuna dalan adam artık yavaş yavaş kanının çekilmeye başladığını hissetmeye başlamıştı. Gözleri yarı aralık bir şekilde sanki bir tilki görür gibi oldu. Ve sanki o tilki, o uzun kuyruğuyla onu ısıtmak ister gibiydi.Tilkinin o güzelim davranışı ve gayreti ona, o iyi kalpli annesini hatırlatmıştı. Adam her üşüdüğünde ve her yalnız kaldığında hep o çocukluk günlerini hatırlardı ve dere kenarında çamaşır yıkayan o köylü kadınları aklına getirirdi. Ve bir sal taşının üstünde annesinin kendisini nasıl yıkadığını hatırlardı. Her üşüdüğünde de ve her: “Anne çok üşüyorum!” dediğinde de annesinin oradaki kazandan bir tas sıcak suyu alıpta başından aşağıya bir güzel döktüğünü ve ısıttığını hatırlardı. Ama bu sefer, bu soğuk kış gecesinde bu parkın tamda orta yerinde onu ısıtacak ne annesi vardı, nede başka bir kimse. Sadece ve sadece konuşan bir tilki bütün olan bitene şahit olmuş ve olaya müdahale ederek bir anlamda o ölüm uykusuna yatmış olan o yaşam yorgunu adamı bir şekilde de olsa hayata yeniden geri döndürmüştü.

Rüzgar Saçlı Kız ve Rüzgarlı Vadi

O gönüller sultanı Mawlana Jalaluddin-i Rumi, sevgi konusunda şöyle der;

“Yaşadığın dünyaya bak; Yüze tanrı hangi eserini sevginin kucağında büyütmemiş? Neden okşamak ve kucaklamakla gidilecek yere, tekme ve tokatla erişmeyi tercih edersin?”

“Kainat birbirine sevgi ile bağlanmış. Sevgini vermesini öğren; çünkü gönlün anlasın ki hepsine yer varmış. Sevgisiz insandan unutma ki dünya bile korkarmış.”

“Sevgiden acılar tatlılaşır. Sevgi yüzünden bakırlar, altın olur. Sevgi yüzünden tortular durulur, arınır. Sevgiden derler şifa bulur. Sevgi sayesinde padişah kul kesilir.”

Ve gönüller sultanı Mawlana Jalulıddın-i Rumi, bir de yaşamında sevgiyi dışlayıp ta, o kötülüklerle, o zulümlerle v e o edepsizliklerle adeta bir olan o kötü kalpli insanlar için de şöyle der;

“Sen zulümle bir kuyu kazmadasın, ama şunu bil ki o kuyuyu kendin için kazıyorsun. İpekböceği gibi kendi çevreni örme, kendin için bir kuyu kazacaksan, bari boyunca kaz.”

“Edepsiz yalnız kendine kötülük etmez, bütün çevreye ateş salar. Şu gök, edep yüzünden ışıklarla dopdolu bir hale gelmişti. Melek, edep yüzünden suçtan arınmıştır, temiz olmuştur.”

“Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun,. Ey başkalarına ağlayan göz! Gel, bir müddetcik otur da kendine ağla! Mum, ağlamakla saha aydın bir hale gelir.”

“Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince, pişman olacağın bir sarhoşluğa düşme!”

“Dünyada diken tohumunu eken kişi; kendine gel, onu gül bahçesinde arama sakın.”

Bir yanda sevgiyi herşeyin timeline oturmak ve sevgi dolu bir dünyayı inşa etmek için bizim gönüllerimize seslenen o güzel insanlar, o örnek insanlar. Bir diğer yanda ise o zulümle, kanla ve gözyaşıyla beslenen ve bu uğurda bütün bir dünyayı adeta bir cehenneme çevirmek isteyen o canavar ruhlu insanlar, o katil ruhlu insanlar. Kin üzerine, nefret üzerine ve kötülük üzerine bir dünya inşa etmeye çalışan bu vahşi yaratıklar, bu katiller ordusu; o korkunç planlarını yürürlüğe koymak için en son olarak da Londra’yı hedef aldılar. Ve Al-Qaeda isimli o terror örgütünün 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra metrosunda düzenlemiş olduğu o eş zamanlı terör saldırısında; hiç suçu günahı olmayan 52 güzel insane, 52 iyi kalpli insane o saldırıda hayatını kaybetti.

7 Temmuz 2005 tarihinde düzenlenen o terör saldırılarında hayatını kaybettiği halde hala polis kayıtlarında veya olay yeri tutanaklarında adı geçmeyen bir kişi daha vardı. Ve söz konusu o kişiyi; King’s Cross Metro İnstasyonu’nda görevli o kişiden bir başkası da görmemişti. O gün, o istasyondan toplam 26 kişinin cansız bedenı dışarı çıkarıldı. Fakat hiç kimse o gün orada, o tren istasyonunda görevli olan o güvenlik görevlisinin ifadesinde belirtmiş olduğu o genç kıza dair bir delile, bir kanıta veya bir ize ulaşamayınca konu adeta sümen altı edilerek öylece kapatıldı. Ve o güvenlik görevlisi adam da, o korkunç olaydan sonar adeta kendisine bir delil gibi miras kalan o telefonla öylece orta yerde kaldı. Ve daha fazla ısrar edipte kendini küçük düşürmek istemedi. Çünkü hiç kimse onun anlattıklarına inanmıyordu ve onu hayal görmekle suçluyorlardı. Böylesi bir durumda da artık daha fazla ısrarcı olmanın hiçbir yararı yoktu.

Aslında o gün orada, o King’s Cross Metro İstasyonunda yaşanan o gizem dolu olayın bir başka boyutunun olabileceğini ve o anda bir takım doğa üstü güçlerin hemen devreye girerek o olaya el koyabileceklerini de yine hiç kimse bilemezdi ve tahmin bile edemezdi. Çünkü o gün orada yaşananlar normal insan aklının dahi alamayacağı kadar bir bilinmezlikle örtülüydü ve bir sırla kaplıydı.Çünkü o gün orada hayatını kaybetmiş olan o genç kız; çok uzun yıllar öncesinde o kuzey rüzgarları tanrısı Boreas tarafından kendisine yardım amacıyla seçilen ve beraberinde de güney rüzgarları tanrıçası seçilen o iyi kalpli Rüzgar Saçlı Kız’dan başkası değildi.

Ve o iyi yürekli Boreas; o zalim Thyphon’un o cehennemvari kasırgalarına karşı koyabilmek için onu yenilgiye uğratmak için kendisine yardımcı olarak seçtiği o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ı koruyupta, gözetlemesi için o rüzgarlar bekçisi Eolo’yu görevlendirmişti. Neredeyse on sekiz yıl o güney rüzgarları tanrıçası Azgulere’yi her türlü tehlikeden koruyan Eolo; bu sefer de insanların o şeytani hilelerine ve oyunlarına yenik düşerek bizim o Rüzgar Saçlı Kız’ımızı yani yeni adıyla Azgulere’yi koruyamamıştı. Bazı insanların sırtlarında taşıdıkları o çantaların içimde veya yanlarında taşıdıkları o bavulların içinde, o valizlerin içinde adeta ölüm kusan o bombaları taşıyabileceklerini ve o bombaları insan kalabalıkları içinde öyleye patlatabileceklerini o nereden bilebilirdi ki?

Rüzgarların bekçisi Eolo görünmez bir şekilde korumaya çalıştığı Rüzgar Saçlı Kız’ın söz konusu o bombalı saldırıdan dolayı hayatını kaybetmesi üzerine hemen Boreas’ı bilgilendirir. Bu olay üzerine Boreas devreye girerek sihirli bir rüzgar yaratır ve olayı görünmez kılmak için de renkli bir sis tabakası oluşturarak; bizim o güney rüzgarları tanrıçası Azgulere’yi oradan alarak çok uzaklardaki bir diyara götürür.Onun götürdüğü bu yer, aslında masallarda da adı geçen o meşhur Rüzgarlı Vadi’nin ta kendisidir. Ve o sırada bu üzüntü verici haberi duyan o rüzgarlar tanrıçası Alkyone de hemen Rüzgarlı Vadi’ye gelir. O anda herkes çok büyük bir üzüntü içindedir. Çünkü bizim Rüzgar Saçlı Kız, götürüldüğü o karla kaplı vadinin tam ortasında bulunan o kulübenin içinde cansız bir şekilde öylece yerde yatmaktadır.Ve zaman her an onların aleyhine işlemektedir.

Bir an önce harekete geçmeye karar veren Boreas ve Alkyone; bu durumu tersine çevirebilmek için ve bizim o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ımıza yeni bir ruh, yeni bir can katabilmek için, yeni bir yaşam armağan edebilmek için yeryüzündeki bütün sihir dolu rüzgarları içlerine çektikten sonra aynı anda Rüzgar Saçlı Kız’ın o ölü bedenine savururlar. Ve böylelikle gerek Boreas’ın, gerekse Alkyone’nin adeta can veren o sihirli nefesi sayesinde bizim o Rüzgar Saçlı Kız’ın altın rengindeki o güzelim saçları yavaş yavaş canlanır gibi oldu. Ve daha sonra enerji yüklü bir güç, bir kuvvet Rüzgar Saçlı Kız’ın bütün bir bedenini sararak yeniden onu hayata geri döndürdü.

Boreas ve Alkyone; yeniden hayata geri dönen Rüzgar Saçlı Kız’a bütün olan biteni bir bir anlattılar. Rüzgar Saçlı Kız zaten onları bir gece önceki o kutlama partisinden tanıyordu, fakat onların böylesine sihir dolu güçlere sahip birer tanrı ve tanrıça olduklarını hiç bilmiyordu.Boreas, ona saçlarındaki o gizemi anlattı ve onu doğduğu o ilk günden itibaren nasıl güney rüzgarları tanrıçası ilan ettiklerini ve rüzgarların bekçisi Eolo aracılığıyla da nasıl koruma altına aldıklarını bir bir anlattı. Ve daha sonra da olayın yaşandığı o gün King’s Cross Metro İstasyonu’nda yaşanan o bombalı saldırıdan sonra onun nasıl hayatını kaybettiğini ve Eolo’nun haber vermesi üzerine onu bir anda oradan alıp bu Rüzgarlı Vadi’ye nasıl getirdiğini de bir bir anlattı.

Ve o rüzgar tanrıçası Alkyone’nin yardımıyla da O’nu nasıl yeniden hayata döndürdüklerini bir güzel anlattı. Ve en sonunda da oradaki yaşamın aslında sanal bir yaşam olduğunu ve gerçek dünya yaşamından çok farklı olduğunu en anlaşılır bir şekilde O’na anlattı. Ve artık o güney rüzgarlarının tanrıçası ilan ettikten sonra, O’na yapacağı görevleri, o vazifeleri bir bir anlattı.Ve o zalim fırtına tanrısı Thyphon’a karşı kendisine destek vermesi için bütün o güney rüzgarlarını da O’nun emri altına verdi. Rüzgar Saçlı Kız o andan itibaren yeni yüklendiği o sanal yaşamında artık o güney rüzgarlarının tanrıçasıydı ve bütün güney rüzgarlarının kontrolü de artık O’na aitti. Artık ölümsüzlükle ödüllendirilen Rüzgar Saçlı Kız bundan böyle Azgulere olarak sonsuza dek o Rüzgarlı Vadi’de yaşayacaktı ve bu vadi O’nun artık o bütün güney rüzgarlarını kontrol edipte bir güzel yönettiği en ulaşılmaz kalesi olacaktı ve en gizemli üssü olacaktı.

O gün Rüzgarlı Vadi’de bütün bunlar yaşanırken; diğer bir yanda ise Rüzgar Saçlı Kız’ın evinde derin bir hüzün yaşanmaktaydı.Aradan günler geçmesine rağmen hala bizim Rüzgar Saçlı Kız’dan herhangi bir haber alamayan evin o iyi kalpli annesini artık hiç kimse teselli edemiyordu. Oysaki daha birkaç gün önce bu evde nede güzel bir kutlama partisi yapmışlardı ve gecenin geç saatlerine kadar ne de güzel eğlenmişlerdi. Evin her bir yanında o dünyalar güzeli kızına dair işaretler, izler ve emareler vardı. O’nun kokusu, O’nun nefesi, O’nun o kadife gibi sesi, o gülen gözleri ve varla yok arasındaki o yürüyüşü sanki o evin her bir yanına çökmüştü. Odasındaki o eşyaları, o kitapları, o kalemleri, not tuttuğu o defterleri, o resimleri , o fırçaları ve o cd leri hep O’nu anlatmaktaydı. Ya o altın makası, o altın kolyesi, o altın küpesi ve o altın tarağına ne demeliydi. Acaba o küçük evde şöyle saçları adeta altın renginde olan ve o sarı saçları rüzgarda öylece dalgalanan bir kız gerçekten yaşamış mıydı? Yoksa bütün bunlar bir rüyadan mı ibaretti, bir hayalden mi ibaretti? Evin annesi bu bilmeceye bir son vermek için; ta çocukluğundan itibaren kızının o uzayan saçlarını kesipte sakladığı o dolabı açtı ve orada biriktirmiş olduğu o güzelim saçları eline alıp bir güzel kokladığında bütün o endişeleri debir bir dağıldı.

Rüzgar Saçlı Kız’ın okul arkadaşları yaşanan o gizeme bir son vermek için ve Rüzgar Saçlı Kız’a dair herhangi bi ipucuna rastlayabilmek için kendi aralarında örgütlenip, iş bölümü yaptılar. Londra polisi ise olayın sadece kayıp bölümünü dikkate alarak soruşturmayı o yönde sürdürüyordu. Rüzgar Saçlı Kız’ın okul arkadaşları bir yandan bazı yerel gazetelere kayıp ilanı verdiler, bir diğer yandan da şehrin en işlek caddelerinde ellerindeki o duyuruları dağıttılar ve çok yoğun bir araştırma içine girdiler. Ve söz konusu o bombalı saldırılarda yaralanıpta hastahanelere ladırılan o insanların arasında o çok sevdikleri Rüzgar Saçlı Kız’ı arayıp durdular. Radyolara anons verdiler ve bir takım kayıp bürolarıyla yeniden görüştüler. Fakat onların bu yoğun koşuşturmasına rağmen hala o Rüzgar Saçlı Kız’a dair herhangi bir delile, bir kanıta ve bir sonuca ulaşılamamıştı.

Rüzgar Saçlı Kız’ın okul arakadaşları en son çare olarak King’s Cross Metro İstasyonu’ndaki o güvenlik görevlisiyle bir şekilde de olsa mutlaka görüşmeye karar verdiler. Ve uzun bir uğraştan sonra da O’nu ikna edip; bir hafta sonu onunla Rüzgar Saçlı Kız’ın evinde buluştular. Adam, söz konusu olaydan dolayı adeta ruhsal bir travma geçirmekteydi. Hiç kimse O’na inanmamıştı ve O’nun anlattıklarını gerçekçi bulmamıştı. Bunun üzerine O da geri adım atarak adeta bir suskunluk süreci içine girmişti. Fakat aradan geçen o günler içimde o gün, orada yaşadıkları ve orada tanık olduğu o tuhaf anlar ve dakikalar devamlı bir şekilde beynini kurcalayıp durmaktaydı. Adam bir tesadüf eseri içine düşmüş olduğu o ruh halinden veya o ruhsal travmadan ancak orada yaşadıklarını bir başkasına anlatarak belkide kurtulabilirdi. Ve bugün, burada buluştuğu insanlar da en sonuna kadar kendisini dinlemeye ve o gün, orada olan biteni anlamaya cok arzuluydular. Bu durumu fark eden adam, o gün, orada görüpte yaşadığı bütün olayları en ince detayına kadar bir bir anlattı. Olay yerinde cansız bir şekilde yerde yatan bir genç kızdan bahsetti, O’nun o sapsarı saçlarından bahsetti, el çantasından bahsetti ve hatta o genç kızın o gün ne tür bir elbise giydiğinden bahsetti.

Evin annesi söz konusu güvenlik görevlisinin bütün o anlattıklarından sonra artık daha da bir emin olmuştu. Çünkü adamın bütün anlattıkları o çok sevgili kızını işare etmekteydi. Adam daha sonra renkli bir sis bulutundan bahsetti ve o sis bulutu dağıldıktan sonra da orada, öylece yatan o kızın birdenbire ortadan yok olduğundan bahsetti. Sanki bir sır gibi o genç kızın bir anda nasıl olur da ortadan yok olupta öylece kayıplara karıştığına da o anda hiçbir anlam veremediğinden bahsetti. Ve en son olarak ta kuralları çiğneyerek söz konusu o genç kıza ait o telefonu nasıl yanına alıp ta sakladığından bahsetti. Ve bütün bu anlattıklarını da adeta doğrulamak için o genç kıza ait cep telefonunu çantasından çıkarıp bir güzel evin annesine verdi. Artık herşey yerli yerine oturmuştu ve artık o genç kıza ait o cep telefonu bir şekilde de olsa evin annesine ulaşmıştı. Fakat hala o genç kızdan bir haber yoktu ve O’nun yaşayıp yaşamadığından da hala kimse bir bilgi sahibi değildi.

Rüzgar Saçlı Kız’ın annesi ve okul arakadaşları böylesine gizem dolu ve böylesine bilinmezlik dolu bir sorunu çözmek için her yolu denediler. Ortada bir genç kız olmasına rağmen, bir görgü şahidi olmasına rağmen, bir cep telefonu olmasına rağmen ve Old Street Tren İstasyonu’nun girişindeki o kamera kayıtları olmasına rağmen; onlar yine de Londra Polis Teşlikatı’nı tam anlamıyla ikna edememişlerdi. Bütün çabaları ve bütün uğraşları da herhangi bir netice vermemiş ve olayın çözümü konusunda sağlıklı bir sonuca ulaşamamışlardı. Rüzgar Saçlı Kız’ın annesi ve okul arkadaşları; artık bir noktadan sonra herşeyi zamana bırakmanın ve büyük bir sabır içerisinde beklemenin daha doğru bir karar olabileceğini düşünmeye başladılar.

Aradan aylar geçti ve Rüzgar Saçlı Kız’ın eski mezun olduğu okuldan bir grup öğretmen iki haftalığına da olsa çok az bilinen bir kayak merkezinde tatil yapmaya karar verdiler. Altı kişiden oluşan öğretmen grubu uzun bir yolculuktan sonra söz konusu kayak merkezine gittiklerinde oradaki görevlilerden Rüzgarlı Vadi diye bir yer ismi duyduklarında çok heyecanlandılar. Öğretmenler kendi aralarında toplantı yaptılar ve o güne kadar hiç kimsenin geçmeye cesaret edemediği o Rüzgarlı Vadi’yi bir baştan, bir diğer başa kadar geçmeye karar verdiler. Mademki buraya kayak yapmaya gelmişlerdi ve mademki adrenalin arıyorlardı; o zaman herkesin bahsettiği o meşhur Rüzgarlı Vadi tam da onların aradığı gibi bir yer olmalıydı.

Rüzgarlı Vadi adından da bahsedildiği şekilde hem çok rüzgarlıydı ve hemde birçok dik yamaç, uçurumu ve de keskin yamaçları vardı. Öğretmenler bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra bir sabah vakti çok erken bir satte kiraladıkları bir helikopterle Rüzgarlı Vadi’nin en tepe noktasına ulaştılar. Öğretmenler öncelikle o çok tehlikeli olduğu söylenen Rüzgarlı Vadi’yi incelediler ve güvenle kayak yapabilecekleri bir rota belirledikten sonra da sıra halinde inişe geçtiler. İlk başlarda herşey çok güzeldi ve öğretmenler arasında heyecan dolu bir adrenalin yaşanmaktaydı. Ve Rüzgarlı Vadi’nin o dik yamaçları arasında yapılan o heyecan verici yarışın  dayanılmaz coşkusu bütün öğretmenleri öylece sarıp sarmalamışken; birden bire ortaya çıkan çok tuhaf bir rüzgar her şeyi alt üst etti.Rüzgarın etkisiyle savrulan kar o anda adeta bir kar fırtınasına dönüştü. Artık göz gözü görmez bir halde Rüzgarlı Vadi’de kayak yapmaya çalışan öğretmenlerin arasındaki o bağ tamamen kopmuştu.Grubun en arkasında olan öğretmen ise Kontrolünü kaybetmiş bir şekilde ve ortaya çıkan o tuhaf rüzgarın etkisiyle bir başka yöne doğtu sürüklenmeye başladı.Öndeki ekip arkadaşlarından tamamen kopan ve bir uçuruma doğru sürüklendiğini farkeden öğretmen; o anda yapacak başka birşeyi kalmadığını düşündü. Ve adam sözkonusu o uçurumun başına geldiğinde gözlerini kapattı ve o an artık kendisi için herşeyin bittiğini düşünerek o sonsuzluklara doğru veya o bilinmezliklere doğru en büyük uçuşlardan birini gerçekleştirdi. Ve tıpkı bir kartal gibi göklerde öylece süzüldükten sonra da kendşsşnş bir uçurumun dibinde buldu.

Kayak tutkunu öğretmen yarı baygın bir şekilde orada, o uçurumun dibinde öylece kalkaldı. Biraz olsun kendine geldğinde ise hala yaşayıp yaşamadığından da tam anlmıyla emin değildi. Adam o haliyle önce başından geçmiş olan o olayı hatırlamaya çalıştı ve daha sonra da yarı donmuş elleriyle vucüdunu kontrol edip yokladı. Herhangi bir kırık veya çıkık olmadığını farkeden öğretmen son bir gayretle ayağa kalktı ve önündeki o gizemli ormanın o bilinmez derinliklerine doğru yürümeye başladı.Hava hem çok soğuktu hem de kararmaya başlamıştı. Böylesi bir havada gerek aç kurtlara yem olmamak için ve gerekse de soğuktan donup ta ölmemek için mutlaka ama mutlaka sığınabileceği bir yer bulması gerekiyordu. Fakat bir yandan O yürürken, sanki ormandaki diğer ağaçlar da O’nunla birlikte yürüyorlardı ve sanki O’na yol gösteriyorlardı. Ormanın bu gizemli halini farkeden öğretmen o anda daha da bir korkmaya başladı. Hızlı hızlı adımlarla uzunca bir süre yürüyen adam artık ümidini kaybetmek üzereydiki; biraz ileride ormanın derinliklerinde bir ışık farketti ve hemen o ışığa doğru son bir gayretle yürümeye başladı. Orada, o kulübede kendisini nasıl bir sürprizin beklediğinden habersiz olan adamİ kulübenin kapısı önüne geldiğinde yorgunluktan olsa gerek orada öylece yığılıp kaldı.

Rüzgarlı Vadi’nin o gizem dolu ormanında kar yağışı sabaha kadar devam etti. Ve sanki gizemli bir davet üzerine çok uzak diyarlardan buraya gelen öğretmen hala yattığı o yatakta biraz olsun kendine geldiğinde; çok güzel bir kulübede misafir edildiğini farketti. Ve bir genç kız da kulübenin tam ortasında yer alan o sobanın üstünde bir şeyler pişirmekle meşguldü. Adam o yarı bitkin haliyle gerek düne dair, gerek dünkü yaşanan o kazaya dair, gerek o Rüzgarlı Vadi’ye dair, gerek orada birlikte kayak yaptıkları o öğretmen arkadaşlarına dair, gerek dün geceye dair ve gerekse de bu kulübeye nasıl ve ne şekilde getirildiğine dair birşeyler hatırlamaya çalışsa da bir türlü bunda başarılı olamadı.

Adam yattığı yatakta bütün bunları düşünürken ve yaşadığı o olayları hatırlamaya çalışırken; o anda sobanın üzerinde birşeyler pişirmekle meşgul olan o genç kız orada öylece yatan misafirinin biraz olsun kendine geldiğini farkedince hemen O’na doğru dönerek: “Günaydın hocam! Şimdi nasılsınız? Biraz olsun kendinize gelebildiniz mi?” diye sorunca adam çok şaşırdı.Çünkü hiç tanımadığı bir genç kızın kendisine hocam diye seslenmesine hiçbir anlam verememişti. Ve bu genç kız, kendisinin öğretmen olduğunu nereden biliyordu.

Adam o şeklilde biraz olsun doğrulup ayağa kalktıktan sonra kendisine hocam diye seslenen o genç kıza: “Herşey için çok teşekkür ederim.Hala hayattaysam eğer bu biraz da sizin yardımseverliğiniz sayesindedir.Fakat bu noktada anlayamadığım birşey var.Siz biraz önce bana hocam diye seslendiniz.Benim öğretmen olduğumu nereden biliyordunuz?” diye sorunca; genç kız da yüzündeki örtüyü kaldırdıktan sonra hocasına dönerek: “Hocam benim ben. Hala beni tanımadınız mı? Ben sizin o ele avuca sığmayan ve çılgınlıklarıyla baş edemediğiniz o çalışkan öğrenciniz Deloria’yım.” Şeklinde bir cevap verince o anda, o çok sevgili öğretmeni gördükleri karşısında ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi. Çünkü aylardır kayıp olduğu söylenen ve kendisinden herhangi bir haber dahi alınamayan Deloria şimdi tam karşısındaydı.

Adam, tam karşısında öylece duran o genç kızın aylar öncesinde 7 Temmuz sabahında o meşhur King’s Cross Metro İstaysonu’ndaki o bombalı saldırıda hayatını kaybettiği söylenen ve daha sonra ise bir türlü kendisine ulaşılamayan o sevgili öğrencisi Deloria’nın ta kendisi olduğunu farkedince hemen O’na sarıldı ve büyük bir özlemle O’nu kucaklayıp defalarca O’nu öptü, kokladı. Hocasıyla öğrencisinin aylar sonra böylesine gizem dolu bir vadide karşılaşmaları ve hasret gidermeleri görülmeye değerdi. Ve böylelikle aylardır çözülmez sanılan ve tam bir bilmeceye dönüşmüş olan bir olay, bir şekilde de olsa Rüzgarlı Vadi’nin o masalımsı derinliklerinde mutlu bir biçimde çözüme kavuştu.

Hocayla öğrencisinin o mutluluk verici karşılaşmaları ve sevgiyle birbirlerine sarılıp hasret gidermelerinden sonra mantık devreye girdi. Çünkü ortada sorulması gereken birçok soru vardı ve cevaplanması gereken birçok soru vardı. Aylar sonra bir tesadüf eseri bir araya gelen bu iki güzel insan önce bir güzel kahvaltı yaptılar ve daha sonra ise o okul anılarını bir güzel tazelediler. Ve Deloria’nın öğretmeni söz konusu o bombalı saldırıdan sonra okul arkadaşlarının vermiş olduğu o mücadeleden bahsetti.Nasıl organize olduklarını ve nasıl bir çabayla,enerjiyle her yerde sevgili arkadaşlarını aradıklarını da birbir anlattı.Öğretmenin bütün o anlattıklarından sonra Rüzgar Saçlı Kız daha bir mutlu oldu ve böylesine iyi kalpli okul arkadaşları olduğu için de çok sevindi.

Bütün bu olan bitenden sonra Rüzgar Saçlı Kız başından geçen herşeyi en ince ayrıntısına kadar öğretmenine anlatmaya karar verdi. Artık o canı kadar sevdiği annesinin o bitip tükenmeyen gözyaşlarını bir şekilde de olsa dindirmeliydi. Ve o çok sevdiği okul arkadaşlarına da bu sayede bir selam, bir teşekkür göndermeliydi. Rüzgar Saçlı Kız bazı önemli bulduğu şeyleri dikkate alarak o an içinde bulunduğu o durum hakkında bir takım bilgileri orada kendisini dinlemekte olan öğretmenine birbir anlatmaya başladı:

“ Sevgili hocam, aslında sizin buraya gelmenizi sağlayan ve Rüzgarlı Vadi’de kayak yapmanızı sağlayan bendim. Ve daha sopnra Rüzgarlı Vadi’de kayak yaparken birdenbire ortaya çıkan o tuhaf rüzgar sayesinde sizi o uçurumun başına getiren ve oradan da ormanın o derinliklerine kadar sürükleyen benim. Bütün bunlara sebep tek şey ise; annemın hala o dinmek nedir bilmeyen gözyaşlarıdır. Sevgili hocam, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi ben; King’s Cross Metro İstasyonu’ndaki o bombalı saldırıdan sonra ortadan kaybolmuştum. Aslında ben söz konusu o bombalı saldırıdan dolayı kayatımı kaybetmiştim. Fakat gerek kuzey rüzgarları tanrısı Boreas ve gerekse de beni korumakla görevli olan rüzgarlar bekçisi Eolo; beni hemen oradan alıp buraya getirmişler. Ve Boreas o anda bütün enerjisini kullanarak bana yeniden güç vermiş, hayat vermiş. Ve artık bundan böyle ben; o Kıyamet Günü’ne kadar buradayım, bu Rüzgarlı Vadi’de yaşamımı sürdüreceğim. Tabi bu sanal bir yaşam olacak ve dünyadaki yaşamdan çok farklı olacak.

Benim buradaki asıl görevim ise, artık bundan böyle ben güney rüzgarları tanrıçası Azgulere olarak söz konusu o güney rüzgarlarını kontrol edip onlara güç vereceğim, onlara yön vereceğim ve kuzey rüzgarlarına destek sunacağım. Burası aslında benim o güney rüzgarlarını kontrol edipte yönettiğim asıl merkezi üssüm olacak. Ve Rüzgarlı Vadi’nin bu kısmına sizin dışınızda bir daha hiçbir insan giremeyecektir. Sadece size bir defalığına da olsa Rüzgarlı Vadi’nin o sanal kapısı açıldı ve o canım kadar sevdiğim anneme verilmesi gereken bir takım bilgiler de yine bu sayede size verildi.

Biraz sonra rüzgarlar bekçisi Eolo gelip seni öbür tarafın girişine kadar götürecek.Ve sen, oradaki sınırı geçtiğin andan itibaren artık bu kısım tamamen sana ve bütün ölümlü insanlara kapanacak. Londra’ya döndüğünde burada gördüklerini ve yaşadıklarını gerek o sevgili anneme, gereksede okul arkadaşlarıma birbir anlat. Benim burada söz konusu bu Rüzgarlı Vadi’de çok mutlu olduğumu söyle onlara.Ve her güney rüzgarı çıktığında da hemen dışarı çıkıp o rüzgarın, o tatlı esintisini tüm bedenlerinde hissetsinler. Çünkü o güney rüzgarının her bir dokunuşunda benden bir iz vardır, bir nişan vardır. Benim o sihir dolu saçımın herbir teli o güney rüzgarlarına karışarak öylece dünyanın dört bir yanına dağılmaktadır. Ve zorda kalan kim olursa olsun, tayfuna, kasırgaya yakalanan kim olursa olsun o anda Azgulere dıye seslenirse eğer; işte o anda benim saçlarım birdenbire canlanıp uzayacaklar ve benden yardım isteyen o insanı oradan çıkarıp kurtaracaklar. Çünkğ ben artık o meşhur güney rüzgarları tanrıçası Azgulere’yim ve Kıyamet Günü’ne kadar da bu vadide hüküm sürdüreceğim.”

Rüzgar Saçlı Kız’ın bu ilginç açıklamalarını çok dikkatli bir şekilde dinlemeye çalışan öğretmeni artık ne diyeceğini de şaşırmıştı.Herşey şimdi daha bir bilinmezliğe bürünmüş ve daha da bir gizemli hale gelmişti.Rüzgar Saçlı Kız o haldeki öğretmenini kulübenin kapısına kadar götürdü. Kapının önünde o meşhur ren geyiklerinin çektiği bir kızak duruyordu. Herşey ama herşey tıpkı masallardaki gibiydi ve artık o rüya da onlar için bitmek üzereydi. Rüzgarların bekçisi Eolo kızağın başında öylece beklemekteydi.Ayrılık vakti artık gelip çatmıştı ve öğretmeni ile öğrencisi de son kez birbirlerine sarıldılar.Ve o sırada Rüzgar Saçlı Kız kendisine ait bir saç tokası ile bir tutam saçı o anda öğretmenine verdiğinde O’na:

“Hocam, bu saç tokası ile bu bir tutam sarı saçı o çok sevgili anneme ver. O, bunların ne anlama geldiğini çok iyi bilecektir ve bunlar benim hala bir yerlerde yaşadığıma dair veya var olduğuma dair en büyük delildir. Lütfen bu emanetleri anneme ver. Herkese bol bol selamımı söylemeyi de unutma.”

Bu son konuşmadan sonra ve bu hüzün dolu vedadan sonra Rüzgar Saçlı Kız; o çok sevgili öğretmenini kapının önünde öylece beklemekte olan o kızağa bindirdi ve gözyaşları içinde onu bir güzel uğurladı. Rüzgarların bekçisi Eolo’nun çekmiş olduğu o kızakla Rüzgarlı Vadi’nin sınırına kadar gelen öğretmen bir anda kendisini vadinin diğer bir yanında bulunca çok şaşırdı.Çünkü o artık gerçek yaşama dönmüş ve dün geceden beridir kendisini arayıp duran o kurtarma ekipleri tarafından bulunarak kamp yaptıkları otele götürülmüştü. Adam gerek o kurtarma ekiplerine, gerek otel görevlilerine ve gerekse de diğer öğretmen arkadaşlarına başından geçenleri birbir anlattı. Rüzgarlı Vadi’ye dair ve orada görüpte yaşadıklarına dair ne varsa birbir anlattı ve Rüzgar Saçlı Kız’ın kendşsşne vermiş olduğu o değerli emanetleri de evin o gözü yaşlı annesşne bir güzel teslim etti. Rüzgar Saçlı Kız’ın annesine kendisine gönderilen o emanetleri hemen tanıdı. O altın toka ve o güzelim sarı saçlar gerçektende kendi kızı Deloria’ya aitti ve onun artık biryerlerde yaşadığına dair bir delildi.

Ve artık onun o biricik kızı Deloria; şimdi bir yerlerde adına Rüzgarlı Vadi denilen bir masallar aleminde öylece sonsuza dek yaşayacaktı.Ve bundan böyle de o güney rüzgarları tanrıçası Azgulere olarak,bütün o güney rüzgarlarını kontrol edip yönetecekti. Ve artık bundan böyle her güney rüzgarları çıktığında gerek onun o sevgili annesi, gerekse de onun o okul arkadaşları ondan tatlı bir dokunuş, bir temas hissedeceklerdi. Çünkü o güney rüzgarlarında o çok sevdikleri Rüzgar Saçlı Kzı’ın hem sıcaklığı vardır,  hem sevgisi vardı ve hemde gizemli bir dokunuşu vardı.