Rüzgar Saçlı Kız ve 7 Temmuz 2005

Bu hikaye, 7 temmuz 2005 tarihinde sözün ona o eli kanlı Al-Qaeda isimli terör örgütünün Londra metrosunda gerçekleştirmiş olduğu o korkunç saldırıları ve bu saldırıların bir yerinde olaya dahil olan bizim o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ın o hüzünlü yaşam öyküsünü konu edinmektedir.

O güzel insan, o örnek insan Charlie Chaplin; gerek savaştan beslenen, gerek kan dökmekten hoşlanan ve gereksede o şeytani arzularına adeta esir olan o eli kanlı canilere, o zalim diktatörlere, o iki yüzlü siyasetçilere ve onların o kıyamet senaryolarında istemeden de olsa görev alan o çaresiz askerler şöyle seslenir:

“Beni duyma olanağı bulanlara diyorum ki: Umutsuzluğa düşmeyi! Üstünüze çöken bela, vahşi bir iştihanın ve insanlığın gelişmesinden korkanların duydukları acıların bir sonucudur sadece. İnsanlığın kini geçecek, diktatörler yok olup gideceklerdir. Halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. Ve insanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır.

Askerler, bu vahşi adamlara adamayın kendinizi… Sizi hor görüyor, size köle gözüyle bakıyor, hayatınızla oynuyorlar. Davranışlarınıza, düşüncelerinize, duygularınıza hükmetmeye kalkıyorlar. Sizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp aç bırakarak topun ağzına sürüyorlar. Doğaya aykırı olan bu adamlara teslime etmeyin kendinizi… Bu makine gibi duygusuz, makineleşmiş adamlara kanmayın! Sizler birer hayvan değilsiniz! Yüreğinizde insan sevgisi taşıyorsunuz!

Nefrete kapılmayın. Ancak sevilmeyen kişiler nefret eder. Sevilmeyenler ve anormal olanlar… Askerler, kölelik uğruna dövüşmeyin. Özgürlük için dövüşün!”

Bazen o emperyalist politikalar için, bazen o sömürgeci politikalarını hayata geçirebilmek için ve bazen de o sonu gelmez çıkarlarını korumak için adeta her yolu deneyen halkları birbirine kırdıran, ülkeler arasında çeşitli savaşlar icat eden ve dünyayı adeta bir felakete sürükleyen o karanlık güçler bazen sıkıştıklarında da veya yeni bir oyunu sahneye sürmek istediklerinde de ; işte o Taleban gibi, o Alqaeda gibi, o Kontrgerilla gibi, Abu Nidal Organization gibi, Abu Sayyaf gibi, Al-Nusra Front gibi, Boko Haram gibi, Hizbut- Tahrir gibi, Islamic Jihad gibi, Tevhid-Selam gibi ve Islamic State of Iraq and the Levant gibi bir takım radikal islamik grubu bile dolaylı yoldan sahaya sürmekten ve geri planda onları desteklemekten asla geri durmamışlardır. Kendi çıkarlarına uygun düştüğü taktirde şimdilerde terörist bir örgüt olarak gördükleri o Taleban’ı White House’ de rn iyi bir şekilde ağırlamaktan ve onlarla eylem birliği yapmaktan hiç çekinmeyen o küresel güçler veya oyuncular; çıkarlarına ters düştüğü taktirde de hiç utanmadan, hiç sıkılmadan kader birliğ iyaptığı o örgütleri bir anda terörist örgütler listesine alabilmektedir.

Bazen Afganistan’ı işgal ederk, bazen Vietnam’ı işgal ederek, bazen Irak’ işgal ederek bazen Suriye’de Libya’da, Yemen’de iç savaş çıkartarak, bazen Mısır gibi ülkelerde askeri darbeleri örgütleyip iktidara getirerek, bazen İsrail’in o katliamlarına göz yumarak ve bazen de ikili oynayarak milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, sakat kalmasına yol açan ve bütün dünya halklarına bol bol kan ve göz yaşı armağan eden o küresel güçler, o küresel oyuncular hala hiç utanmadan, hiç sıkılmadan bir de sözde demokrasi savunuculuğuna soyunmakta ve sözde bir barış elçliğine niyetlenmektedir.

Ve böylesi konularda çok eski dönemlerde yani o gençlik yıllarında epeyce bir kafa yoran ve epeyce bir uğraş vermiş olan bizim o siyaset yorgunu Veysel Baba; özellikle de son yıllarda bütün bir dünyada yaşanan o toplu katliamlara karşı, o kitlesel ölümlere ve kıyımlara karşı, o işgallere karşı ve bütün o karanlık senaryolara karşı, bütün o adaletsizliklere karşı tıpkı o güzel insan Charlie Chaplin gibi bu seferde kendisi bütün dünya gençlerine bir anlamda seslenerek, onları bir güzel uyarmak istemektedir. Ve bizim o siyaset yorgunu Veysel Baba söz konusu bu mesajında bütün dünya gençlerine şu şekilde seslenir:

”Beni okuma olanağı bulan ve beni biraz olsun anlayan gençlere diyorum ki: Adına karamsarlık denilen, umutsuzluk denile ve yenilgi denilen o kolaycı tavırlara ve yaklaşımlara asla ve asla teslim olmayın. Karamsarlığı ve umutsuzluğu her daim kendinizden uzak tutun. Ve inadına inadına o sorunların üzerine yürüyün. Azmedin, emek harcayın, alın teri dökün ve beli,rlemiş olduğunuz o hedef doğrultusunda kararlı  bir tutum sergileyin. Sabretmesini bilerek bazı şeyleri zamana bırakın. Çünkü sabır, kurtuluşun anahtarıdır.

Gençler önümüzdeki o hedef doğrultusunda kararlı bir yürüyüş eylerken; önümüze çıkan o bir takım karanlık güçlerin veya bir takım küresel oyuncuların o çıkar yüklü senaryolarına asla kanmayın ve onların o kirli politikalrına da asla alet olmayın. Ve yine onların ulaşılmaz gibi görünen o devasa kulelerinin inşaatında bir tuğlada siz olmayın. Onların adeta sizleri bir çıkar aracı gibi, bir sıçrama tahtası gibi veya bir merdiven basamağı gibi görüpte kullanmalarına da asla izin vermeyin!

Gençler, o güzelim hayallerinizden, düşlerinizden ve umutlarınızdan asla vazgeçmeyin. Her zaman iyi kalpli insanlarla, sevgi dolu insanlarla bir arada bulunun ve o güzelim hayallerinizide yine onlarla paylaşın. Ve bir takım şeytani arzulara veya istemlere teslim olmuş olan o kötü kalpli insanlarla bir arada bulunmayın. Ve sakın olaki onlarla bir eylem birliği içinde veya bir kader birliği içinde de olmayın. Çünkü onlar, daha işin en başında o şeytani arzularına ve istemlerine teslim olmuşlardır. Çünkü onlar, o sonu gelmez arzuları için adeta bütün bir dünyayı felakete sürüklemişler ve bu güzelim dünyamızı adeta cehenneme çevirmişlerdir.

Gençler, onların binbir hileyle ve entrikayla halktan zorla aldıkları o devasa servetleri, malları, mülkleri, köşkleri, sarayları, villaları, yatları, uçakları, helikopterleri, limuzinleri, arazileri, çiftlikleri ve toprakları sizin vereceğiniz o mücadele sayesinde yine halkın eline geçecektir. Ve iyi kalpli insanlar düşünmeyi bildikleri sürece, hayal kurmayı bildikleri sürece, umut etmeyi bildikleri sürece, mücadele etmeyi bildikleri sürece ve hakkını aramayı bildikleri sürece zafer her zaman o iyi kalpli insanların yanında olacaktır, o sevgi dolu insanların yanında olacaktır. Yani siz bütün gençlerin o umut dolu hayal dünyasında birbir yaşam bulacaktır.

Gençler, bu karanlıklardan beslenen bir takım yaraya kılıklı adamlara adamayın kendinizi… Çünkü onlar, size hiç değer vermiyorlar ve sizi adeta sıradan bir yaratık gibi görerek; sizin sırtınızdan o devasa servetlerine yeni servetler ekliyorlar. Ürettikleri o göz kamaştırıcı aletlerle ve o büyüleyici teknoloji sayesinde de sizi etkileyip asıl özünüze hükmediyorlar ve sizi içten ele geçiriyorlar. Ve böylece de teknolojiye bağımlı yeni bir toplum yapısı veya yeni bir yaşam şekli oluşturuyorlar. Ve ayrıca böylece bir teknoloji sayesinde de biz bütün insanlara düşünmenin kapısını, fikir üretmenin kapısını, okumamın ve yazmanın kapısını, sevip aşık olmanın kapısını, duyguları dışa vurmanın kapısını, insanlarla bir araya gelebilmenin kapısını ve hatta doğayla bir araya gelebilmenin kapısını daha en başından bizlere kapatıyorlar. Adeta bizlere:” sen düşünme, sen fikir üretme, sen kendini boşu boşuna yorma ve enerjini boş yere harcama. Ve sen sakın olaki o bilgisayarın, o televiz*yonun başından kalkıpta dışarı çıkma o güzelim parklarda dolaşıpta sakın aşık olma. Zamanını boş yere o kafe shoplarda, o eğlence yerlerinde veya o sinema salonlarında harcama. Bizden istediğin ne ise, biz senin ayağına kadar getiririz. Sen sadece iyi bir tüketici ol ve sadece alışveriş yapmak için, para harcamak için dışarı çık. Çünkü sen sadece bir tüketicisin ve sadece bunun için varsın” şeklinde seslenerek bizleri adeta duygudan yoksun bir meta haline getirmek istiyorlar.

Ve bütün bu kirli oyunları sahneye koyanlar bazen de sıkıştıkları o alanlarda  başka başka akıl almaz oyunları veya hileleri devreye sokarak bir takım dinci örgütleri, bir takım radikal örgütleri ve bir takım köktenci grupları icat ederek hemen piyasaya sürerler. Çünkü bu bir çıkar savaşıdır, bu bir paylaşım savaşıdır ve bu bir küresel oyundur. Ve bu acımasız çıkar savaşında her yol denenmelidir ve bu uğurda hiçbir kimsenin aklına dahi gelmeyen o karanlık senaryolar mutlaka devreye sokulmalıdır. Örneğin halklar arasında bir nefret tohumu, bir düşmanlık tohumu ekilmelidir ve ülkeler arasında bir savaş ortamı yaratılmalıdır. Bu sayede de  o ülkelere bol bol silah satılmalıdır. Örneğin o ülkelerin ekonomisi içten çökertilerek  dışa bağımlı bir hale getirilmelidir. Örneğin o ülkelerde iç savaş çıkartılarak o ülkelerin belini doğrultması engellenmelidir. Örneğin o din savaşlarını, o mezhep savaşlarını daha da bir körükleyerek dinler veya mezhepler arasındaki o yakınlaşmaya mutlaka engel olunmalıdır. Örneğin bir takım radikal dinci grupları yaratarak adeta bir barış dini olan o islama en büyük darbe vurulmalıdır. Ve bütün dünya halklarının tek bir koro halinde aynı şarkıyı söylemesi aynı hayalleri kurması; o kötü kalpli insanlara göre, o çıkarcı güç odaklarına göre mutlaka engellenmelidir.

Sevgili gençler, bütün bir gelecek sizlerin o ellerinizde anlam kazanıp yücelecektir ve bu çile dolu yolda, bu hüzün dolu yolda kararlı bir şekilde yürürken; sizler o umut dolu gelecek için kini, nefreti, kıskançlığı ve her türlü kötü düşünceyi mutlaka aklınızdan çıkarın ve onların yerine sevgiyi, saygıyı, barışı, kardeşliği ve dostluğu koyun. Çünkü asıl mutluluk, sevgiyle gelen mutluluktur. Çünkü sevgiden acılar son bulur, dertler şifa bulur ve bütün bir insanlık ancak sevgi sayesinde aramış olduğu o sonsuz huzuru bulur. Sevgiler, saygılar. Dersimli Veysel Baba. ”

Eski bir siyasetçi olarak olaylara bakan ve son zamanlarda daha da bir gündeme gelen bir takım radikal islamik grubun düzenlemiş olduğu o terörist saldırılarda islam dininin  daha fazla zarar görmesini istemeyen ve bu çıkar temmelli paylaşım savaşında herhangi bir suçu günahı olmayan insanların hayatını kaybetmesine gönlü razı olmayan Veysel Baba; hemen kağıdı kalemi eline alarak bir şeyler yazmaya başladı. Adam, şu an böylesine planlı, böylesine oraganize bir oyunun vaya bir terörist saldırının sahneye konulmasına mutlaka karşı çıkmalıydı. Ve bu uğurda elinden geleni de mutlaka yapmalıydı. Çünkü bu bir insanlık göreviydi ve ortada al-Qaedo isimli bir terör örgütünün her an Londra’da bir terör saldırısı gerçekleştirebileceğine dair bir takım söylentiler vardı, bir takım emareler vardı ve bir takım kuvvetli ip uçları vardı.

Veysel Baba kendi kendisine belirlemiş olduğu o hedef doğrultusunda bir takım hesaplamalar içine girdi. Ve özellikle de bazı islami kaynaklarda bahsi geçen ebced gibi, cifir gibi, huruf’iyye gibi, huruf-u mukatta gibi, batıniyye gibi, numeroloji gib ve hatta Qur’an da da bahsi geçen Allah’ın 99 ismi gibi bir takım hesaplama teknikleri üzerinde epeyce bir kafa yormaya başladı. Ve bu hesaplama teknikleri üzerinde en çokta islamın kutsal kitabı Qur’an’da adı geçen Allah’ın 99 ismi üzerinde yoğunlaştı. Çünkü kendisinin yapmış olduğu o hesaplamalara göre örneğin New York’taki o ikiz kulelere yapılan saldırıların tarihi hesaplandığında 99 rakamı elde edilmekteydi (9x11:99). Ve buna birde İspanya’nın başkenti Madrid’de düzenlenen o terör saldırısının tarihini eklediğinde de yine o meşhur 99 rakamına ulaşınca; adam söz konusu bu rakam üzerinde durmanın daha da bir gereklilik olduğunu düşündü. Çünkü bu tür radikal örgütler, bu tür kökten dinci örgütler sözde islam adına hareket ediyorlardı ve Qur’an’da bahsi geçen bi takım kutsal işaretlerde onlar için çok önemli olmalıydı. Ve onlarda söz konusu o kutsallara göre hareket ettikleri için sözüm ona cennete gideceklerini düşünüyor olmalıydılar.  

İslamın kutsal kitabı Qur’an’da bahsi geçen Allah’ın 99 ismi hakkında şunlar dile getirilir:

“En güzel isimler Allah’ın dır. O halde, O’na bu güzel isimlerle dua edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın.” (A’af, 7/180; Ta-ha, 20/8; Haşr, 59/25)

“Allah’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen kimse cennete girer.” ( Buhari, Deavat, 68,VII,169)

“Allah’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri sayan kimse cennete girer.” ( Muslim, zikr, 6.III,2065)

Eskiden bu dini konularda epeyce araştırma yapmış olan ve o dönemlerde birçok dini tartışmanın içinde yer almış olan bizim o eski siyaset yorgunu Veysel Baba; özellikle de çok değerli bir hadis kitabı olan Buhari’de yer alan:” Allah’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ezberleyen kimse cennete girer“ şeklindeki o hadisi daha bir dikkate değer buldu. Ve hemen 99 rakamını temel alan bir takım hesaplamalar içine girmişti. Uzunca bir uğraş neticesinde de Londra’da  düzenlenmesi ihtimali bir hayli yüksek olan söz konusu o terör saldırısına da bir takım olası tarihler belirledi. Ve daha sonra da bütün bunları en ince ayrıntısına kadar kaleme alarak konuyla ilgili birimlere gönderdi. Madem ki o insandı, madem ki o bir bireydi, madem ki o, bu şehirde yaşamaktaydı, madem ki onun da bir insan olarak, bir birey olarak bir takım sorumlulukları vardı; o zaman durmanın ve beklemenin de hiçbir yararı yoktu. Çünkü iyi bir insan olmanın gereği ve iyi bir vatandaş olmanın gereği buydu.

Bizim o siyaset yorgunu Veysel Baba; evine kapanmış bir şekilde bütün bunları düşünüp bir takım hesaplamalar yaparken bizim o masal prensesi Rüzgar Saçlı Kız ise artık eğitimini tamamlamış bir şekilde birkaç yere iş başvurusunda bulunmuştu. Ve hala o rüzgarlar bekçisi Eolo’nun yakın koruması altında olan o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız; büyük bir sabırsızlık içinde yapmış olduğu o iş başvurularının neticesini bekleyip durmaktaydı. Günler günleri kovalıyordu ve bu durum onu epeyce üzmüş ve epeyce bir sitrese sokmuştu. Çünkü o da, tıpkı diğerleri gibi ayaklarının üstünde durmak istiyordu. Ve o da, diğer insanlar gibi iş hayatına atılmak istiyordu. Ve böylelikle de kendi geleceğini yine kendisi inşa etmek istiyordu. Çünkü onun, önündeki o geleceğer dair çok güzel hayalleri vardı ve o hayallerinin içinde tıpkı o masallardaki gibi cennetten bir dünya yaratmıştı.

Ve o sonsuz hayalleriyle ve de düşleriyle kendisine tıpkı o masallardaki gibi bir cennet yaratan o iyi kalpli Rüzgar Saçlı Kız’ın uzun bir süreden beriidr beklemiş olduğu o müjdeli haber en sonunda geldi. Bir temmuz sabahı çalan bir telefon aracılığıyla, yapmış olduğu o iş başvurusunun kabul edildiği kendisine bildirilince; o anda bizim o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ın mutluluğu ve sevinci görülmeye değerdi. O da artık ayaklarının üzerinde duracaktı ve o da artık tıpkı diğerleri gibi kendi yolunu yine kendisi belirleyecekti. O gün, o müjdeli haberle birlikte çoktandır hüzün kaplamış olan o evde çok büyük bir sevinç ve mutluluk yaşandı. Ve o gece bizim Rüzgar Saçlı Kız’ın evinde çok güzel bir ktlama partisi yaptılar. Adeta bir veda partisi gibi olan o kutlamaya kimler gelmemişti ki. Örneğin bütün okul arkadaşları, mahalledeki tanıdıkları, eşleri, dostları, ahbapları, komşuları ve hatta bizim Eolo, Boreas ve Alkyone ‘de oradaydı, o kutlama partisindeydi. Çoluk, çocuk, genç, yaşlı kim varsa hepsi de o gece oradaydılar. O gece müzikler çalındı, şarkılar söylendi, danslar edildi, oyunlar oynandı, yemekler yenildi, içkiler içildi ve neşe içinde şakalar yapıldı, kahkahalar atıldı. Ve o gece sanki mutlulukların en güzeli o Kinder House’de ve o sekiz numaralı dairede yaşandı. Fakat hiç kimse de o anda yaşanan bütün bunların aslında bir veda partisi olduğunuda hiç bilemezdi.

O gün Rüzgar Saçlı Kız’ın evinde toplanan bütün davetliler bir güzel eğlendikten sonra gece yarısına doğru evlerine dağıldılar. Misafirlerini ağırlamaktan epeyce bir yorgun düşen Rüzgar Saçlı Kız, annesinden izin alıp hemen uyudu. Yorgun gözlerle ertesi günü düşündü ve o iş görüşmesini düşündü. Ve öylece uyuyup kaldı. Ertesi sabah o bütün yorgunluğuna rağmen yine erkenden kalktı. İlk iş gününün vermiş olduğu o heyecandan olsa gerek en güzel elbiselerini giydi, en güzel makyajını yaptı ve o sihir dolu sarı saçlarını da bir güzel tarayıp o altın tokalardan birisiylede sıkı sıkı bağladı. Anne ile o çok sevdiği kızı birlikte çok güzel bir kahvaltı yaptılar. Ve daha sonra evin annesi o çok sevgili prensesini evin dış kapısında bir güzel öptükten sonra uğurladı.

Rüzgar Saçlı Kız saat 8.40 gibi Old Street Underground İstasyonu’ndan trene bindi. İçerisi bir hayli kalabalıktı ve oturacak yer yoktu. Daha önce bu saatte hiç trene binmemiş olan Rüzgar Saçlı Kız artık bu trafik yoğunluğuna ve bu insan kalabalığına bir an önce alışması gerektiğini düşündü. Çünkü o da artık bir iş kadınıydı ve her gün bu yoğun trafiği ve atmosferi yaşamak zorundaydı. Ve bu çılgınca koşuşturmanın içinde oda, tıpkı diğerleri gibi ayaklarının üzerinde öylece dimdik durmalıydı. Bu zorlu yaşam mücadelesi içinde o da, tıpkı diğer insalar gibi birçok engelle karşılaşacaktı. Fakat yılmadan ve teslimiyeti asla kabul etmeden bu çile dolu yolda öylece kararlı bir şekilde yoluna devam etmek zorundaydı ve öylede olmalıydı. Çünkü o Rüzgar Saçlı Kız’dı. Ve o kuzey rüzgarları tanrısı Boreas tarafından bir takım sırlarla ve gizemlerle donatılmıştı. Ve birkaç ay sonra da, yeni yılın o ilk başlangıç günü; Boreas tarafından güney rüzgarları tanrıçası ilan edildikten sonra bir başka yaşam formatında öylece yoluna devam edecekti. Rüzgar Saçlı Kız, yerin onlarca metre altında öylece hareket eden o trenin içinde bütün bunları düşünüp, hayal kurarken; bir anda kulakalrı adeta sağır eden çok korkunç bir patlama sesi duyuldu. Herşey ama herşey bir anda olup bitmişti. Londra merkezli bu korkunç saldırıyı başka başka saldırılar ve patlamalar takip etti. Londra şehir merkezi, böylesine korkunç ve böylesine eş zamanlı bir terör saldırısıyla ilk defa karşılaşıyordu. Çünkü daha önce yapılan saldırılarda hem yer bildirimi vardı ve hemde zaman bildirimi vardı. Ve bundan dolayı da herhangi bir can kaybı pek yaşanmamıştı. Ama bu seferki saldırılar hem çokacımasızdı ve hemde çok korkunçtu. Saldırıların çoğu yer altındaki o tenlerde yaşandığı için olsa gerek; yer üstündeki trafik hala sorunsuz bir şekilde devam edip gitmekteydi. Fakat biraz sonra olay duyulur duyulmaz hemen polis arabaları, ambulanslar, ilk yardım ekipleri, itfaiye gibi yangın söndürme araçları devreye girince; Londra merkezindeki o trafik akışı da yavaş yavaş kilitlenmeye başlamış ve her bir anda felç olmuştu.

Özellikle de Londra metrosunu hedef alan Al-Qaeda baplantılı bu terör saldırıları; bir takım haber kanallarına ilk  defa düştüğünde Rüzgar Saçlı Kız’ın o iyi kalpli annesi hala akşamdan kalma temizlik işleriyle meşguldü. Dün geceki o kutlama partisinden sonra evin her yeri adeta birbirine girmişti. Ama olsun, o biricik kızı için ve onun o mutluluğu için herşeye katlanmaya değerdi. Çünkü o dünyalar güzeli kızı; adeta onun varlık nedeniydi ve yaşam sebebiydi. Evin o iyi kalpli annesi bir yandan temizlik işleriyle meşgulken, bir diğer yandan ise açık bırakmış olduğu televizyondan bazen Aldgate, bazen Adgware Road, bazen Liverpool Street ve bazende King’s Cross Underground Station gibi bir takım önemli yerlerden bahsedildiğini duymaktaydı. Televizyon kanalının heyecanlı bir şekilde vermeye çalıştığı o haberler en sonunda evin annesinin de dikkatini çekmişti. Kadın, ne oluyor gibisinden heyecanlanıp temizliğe ara verdikten sonra gelip televizyonun karşısına oturdu ve oradan verilen o haberlere odaklanmaya başladı.

Televizyonda verilen haberlerde; Londra merkezinde düzenlenen bir dizi terör saldırısından bahsediliyordu. Gerek haberlerin veriliş şekli ve gereksede olası bir terör saldırısından bahsedilmesi evin annesinde biraz telaşa ve birazda korkuya yol açtı.  Ve bir anda aklına biricik kızı geldi. Korku dolu, endişe dolu bir takım düşünceler bütün bir bedenini sardı. Kalbi duracak gibi oldu, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. Endişeli bir ses tonuyla kendi kendisine bir takım sorular sormaya başladı. Ve o panik içerisinde biraz ötede masanın üstünde öylece duran o telefona yöneldi. Titremekte olan elleriyle kızının telefon numarasını çevirmeye başladı. Karşı taraftan herhangi bir yanıt alamayınca bir daha, bir daha çevirip aramaya devam etti. Ama bir türlü ona ulaşamıyordu işte ve o varlık nedeni sevgili kızı o telefonunu açmıyordu işte. Evin annesinin bütün o ısrarlı aramaları yanıtsız kalınca; çaresiz bir şekilde gidip oradaki bir koltuğa öylece yığılıverdi. Ve o anda sanki zaman onun için durmuş gibiydi.

Londra merkezindeki bazı metroları hedef alan o terör saldırılarından biriside King’s Cross Underground Station’da bulunan o trenlerden birisinin içinde gerçekleştirilmişti. Saldırının yapıldığı o olay yerine ilk giren kişi, yine aynı tren istesyonunda çalışan bir güvenlik görevlisiydi. Adam bombalı saldırının düzenlendiği o tren kompartmanının yanına vardığında; kapının hemen girişinde kanlar içinde öylece yerde yüzü koyun yatan genç bir kızı farketti. Ve belkide yaşıyor ümidiyle yanına gidip onu kontrol ettiğinde söz konusu o genç bayanın hayatını kaybetmiş olduğunu farketti. Kompartmanın her yanı o şiddetli patlamadan dolayı adeta kan gölüne dönmüştü. Bütün kapılar, camlar ve koltuklar tamamen kırılıp, paramparça olmuştu. Yerlerde hayatını kaybetmiş birçok insan vardı. Bir yanda yaralı insanlar, bir yanda yardım bekleyen insanlar, bir korkuya kapılmış insanlar ve bir diğer yandada hala o korkunç olayın şokunu yaşayan insanlar. Adına terör denilen o korkunç şey; bu seferde Londra’nın merkezinde o zalim yüzünü göstermişti. Ve o şeytani planı devreye sokmuştu işte.

Çok kısa bir süre içinde olay bölgesine ulaşan yardım görevlileri sayesinde orada yaşanan o karışıklık, o kaos hali biraz olsun kontrol altına alınmıştı. Bir yandan ağır yaralılar sedyeyle dışarı taşınırken, bir yandan da yarası hafif olanlar ayakta tedavi ediliyordu. Ve o sırada bir telefon sesi duyuldu. Olay bölgesine ilk ulaşan o güvenlik görevlisi hemen sesin geldiği o yere doğru yönelince; sesin biraz önce kapı girişinde kontrol ettiği o genç bayanın elinde öylece sıkı bir şekilde tutmuş olduğu o çantadan geldiğini farketti. Adam, kendisine verilen o görevi çok iyi biliyordu ve o anda o çantaya dokunmaması gerektiğini de çok iyi biliyordu. Fakat telefonun ısrarlı bir şekilde çalması üzerine adam daha fazla dayanamadı ve hemen gidip çantanın içinden o telefonu çıkarıp açtı. Karşıdaki kişinin yerde öylece yatan ve o terör saldırısından dolayı hayatını kaybetmiş olan o genç kızın annesi olduğunu öğrenen o güvenlik görevlisi o anda ne yapacağını şaşırdı, ne söyleyeceğini şaşırdı ve anneye ne diyeceğini şaşırdı. Annenin adeta o ağlamaklı ses tonu karşısında ve o ısrarlı soruları karşısında daha fazla dayanamayan güvenlik görevlisi ister istemez ona gerçeği anlatmak zorunda kaldı. O anda derin bir sessizlik oldu ve anne için sanki zaman durdu.

Güvenlik görevlisi elinde tutmuş olduğu o telefonu kapattıktan sonra kendi işine dönüyordu ki; işte o anda çok tuhaf bir şey oldu ve tren kompartmanının içi rengarenk bir sis bulutu kapladı. Ve birkaç dakika süren o acayip renkteki sis bulutu dağıldığında ve herşey yine eski haline döndüğünde; orada o kapı girişinde yerde öyle yatan o genç kız artık orada değildi. Adam, biraz önce eline almış olduğu o cep telefonunu yeniden o genç kızın çantasına koymak için geri döndüğünde; o genç kızın artık orada olmadığını farkedince büyük bir şaşkınlık içinde kendi kendisine:”Aman tanrım! Orada öylece yerde yatan o genç kıza ne oldu? Birdenbire nasıl yok olur? Birkaç dakika içinde ne oldu da o genç kız adeta kayıplara karışır? Yoksa ben hayl mi gördüm? O tuhaf renkteki sis bulutuda neydi öyle? O tuhaf rüzgarda nerden çıkmıştı öyle? Yerin onlarca metre altında o rüzgarın ne işi vardı? Ben şimdi bütün bu gördüklerim karşısında amirlerime ne diyeceğim? Şu an elimde o genç bayana ait sadece bir telefon var. Ve o genç bayanın varlığına dair ve onun bir anda öylece ortadan yok olmasına dair; bn kime ne söyleyeceğim, ne anlatacağım. Gördüklerimi anlatsam da hiç kimse bana inanmaz ve beni hayal görmekle suçlayabilirler. Çünkü orada genç bayana ait sadece bir telefon var. En iyisi şimdilik susmak ve gtördüklerimi de şimfdilik kendime saklamak” diye söylendi ve bir suskunluk süreci içine girdi.

Rüzgar Saçlı Kız

Şafak tanrıçası Eas ve Titan tanrısı Astrarus’un oğlu olan Boreas; kuzey rüzgarları tanrısıdır. Boreas artık kendi kontrolü altındaki o meşhur kuzey rüzgarlarını eskisi gibi kontrol etmekte ve onlara istediği gibi yön vermekte epeyce bir zorlanmaktadır. Bu duruma bir son vermek için rüzgar tanrıçası Alkyone ‘ye başvurarak onun fikrini almak ister. Aralarında yaptıkları toplantıdan sonra Boreas hemen o rüzgarların bekçisi Eolo’yu huzuruna çağırır. Ve ona şöylesi bir emirde bulunur:

“Ey benim emrim altındaki rüzgarların bekçisi Eolo! Sende çok iyi biliyorsun ki; artık o kuzey rüzgarlarını eskisi gibi kontrol edemiyorum. Ve emrim altındaki o rüzgarlara istediğim gibi yön veremiyorum. Ve artık o hayat dolu yaşam rüzgarlarım dünyanın dört bir tarafına aynı hızla ulaşamıyor. O fırtına tanrısı Thyphon’da bu durumu fırsat bilerek  gücüne güç katmakta ve aşağıda herşeyi adeta yerle bir etmekteymiş. Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi; birde o para hırsıyla adeta yanı potutuşan insanların o sonu gelmez arzuları veya istemlewri yüzünden doğanın dengesi daha da bir bozuldu. İcat ettikleri o fabrikalarında, o arabalarından adeta ölöüm kusarak dünyayı bir felakete sürüklediler, küresel ısınmaya yol açtılar, iklim değişikliğine sebep oldular ve cehennem vari bir dünya meydana getirdiler.

Ey benim emrim altındaki o rüzgarların bekçisi Eolo! Şimdi git bütün dünyayı karış karış dolaş ve aşağıda bana güç verecek ve o güney rüzgarlarını kontrol ederek bana yardım edecek  bir kız çocuğu bul. Şöyle saçları altın renginde olan ve o güzelim saçları karanlık gecelerde bile ışılışıl parlayan bir kız çocuğu bul, bir prenses bul. Her rüzgar çıktığında o güzelim sapsarı saçları öylece özgür bir şekilde dalgalanan o şanslı prensesi bulduğunda da; sana vereceğim şu sihirli iksiri hemen onun o altın rengindeki saçlarına bir güzel sür. Ve böylelikle de onun o güzelim saçları her yeni rüzgar çıktığında daha bir uzayacak, daha bir güçlü hale gelecek. Bu sayede de onun o sihir yüklü saçları, o rüzgarlara karışarak dünyanın dört bir yanına dağılarak o zalim Thyphon’un çıkarmış olduğu o fırtınalara yakalanan insanlara adeta bir can simiti olacak.

Ey o çılgın rüzgarların bekçisi Eolo! Ey benim sevgili dostum Eolo! Şimdi git ve sana belitmiş olduğum bu özelliklere sahip bir kız çocuğunu bul, o şanslı prensesi bul ve o güney rüzgarlarının o yeni tanrıçasını bul. Ve onu bulduğunda da bu sihirli iksiri hemen onun o altın rengindeki o güzelim saçlarına bir güzel sür. Bütün bu işleri yaptıktan sonra da bize haber ver.”

Kuzey rüzgarları tanrısı Boreas’tan ve rüzgar tanrıçası Alkyone’den bu emirleri alan rüzgarların bekçisi Eolo hemen aşağıya iner ve dünyanın dört bir yanında Boreas’ın söylemiş olduğu o altın renginde saçlara sahip o kız çocuğunu aramaya başlar. Gece gündüz hiç durup dinlenmeden bütün bir dünyayı adeta karış karış dolaşan Eolo; binlerce altın renginde saçlara sahip kız çocuğuna rastlasa da yine Boreas’ın tarif ettiği o şanslı prensesi bir türlü bulamaz. Günlerce , haftalarca hatta aylaca o güzel kız çocuğunu arayan o iyi kalpli Eolo artık çok yorulmuştur. Ve ümidini kaybetmek üzeredir. Bir çeşit görünmealik zırhına büründüğü için heryere çok rahatlıkla girip çıkan Eolo, Londra üzerinde dolaşırken birden aşağıda dikkatini çeken bir parkta dinlenmek ister ve hemen o  görünmezlik zırhına bürünerek o parka iner ve bir bankta öylece dinlenmeye koyulur.

Park hem çok güzeldir  ve hemde insanlarla doludur. Bir yandan spor yapan insanlar bir yanda çimlerde güneşlenen insanlar bir yyanda köpeğini gezdiren insanlar bir yanda çocuk parkında oyun oynayan çocuklar ve bir yanda da kendi aralaarında sohbet eden insanlar.  Parkın ko rengarenk hali, o yaşam dolu hali; bizim o iyi kalpli Eolo’yu çok mutlu etmiştir. Bir süre orada o gizem dolu parkta dinlenmeye koyulan Eolo; bir ara iki kadının kendi aralarında yeni doğmuş bir kız çocuğundan söz ettiklerini duyunca çok heyecanlanır.  Çünkü kadınlardan birinin anlattığına göre o yeni doğan kız çocuğunun saçları adeta altın gibi sapsarıymış ve karanlıkta bile ışılışıl parlamaktaymış. Ve diğer kadın da bu durumu merak edip söz konusu o kız çocuğunu  görmek isteyince o iki kadın o eve gitmeye karar verdiklerinde bizim bekçi Eolo da gizlice onları takip eder.

Kadınlar evin kapısını çalıp eve girdiklerinde ve evin annesiyle sohbete başladıklarında bu durumu fırsat bilen Eolo’da hemen içeri süzülüp daha yeni doğmuş olan o kız çocuğunun  uyumakta olduğu yatak odasına girer. Rüzgarlar bekçisi Eolo gerçekten de orada o odadaki beşiğin içinde öylece uyuyan o güzel kız çocuğunu gördüğünde ve onun o altın rengindeki saçlarını gördüğünde çok heyecanlanır ve kendi kendisine “ Bizim kuzey rüzgarları tanrısı Boreas’ın aradığı o rüzgar saçlı kız o güney rüzgarları tanrıçası bu olmalı. Şu sapsarı saçları nasıl da altın gibi parıl parlıyor. Aylardan beri aramış olduğun o altın saçlı kız mutlaka bu olamlı.  Dünyada gezip dolaşmadığım yer neredey6se kamadı. Saçları sapsarı olan onca kız çocuğu8 gördüm, ama böylesine altın rengi saçlara sahip bir kız çocuğunu ilk defa görüyorum. Adeta bir prenses gibi öylece uyuyanbu dünyalar güzeli kız çocuğu daha şimdidan beni böylesine büyülediyse, eğer; bizim kuzey rüzgarları tanrısı Boreas’ı da mutlaka büyüleyecekti. “ Dedikten sonra, o an da kararını verip Boreas’ın kendisine vermiş olduğu o sihirli iksiri beşikte öylece uyuyan o güzelim kız çocuğunun, o altın rengindeki saçlarına bir güzel sürer ve hemen oradan uzaklaşır.

Kendisine verilen o kutsal vazifeyi en iyi bir şekilde yerine getirsdiğini düşünen Eolo, bu durumu hemen kuzey rüzgarları tanrısı Bores’a iletmek için yukarıya onun o muhteşem mekanına çıkar.  Onu oırada Boreas ve rüzgarlar tanrıçası Alkyone büyük bir sabırsızlıkla beklemektedirller. Rüzgarların bekçisi Eolo olan biten her şeyi en ince ayrıntısına kadar bir güzel anlatır. Böylessine güzel bir haberi alan Boreas ve Alky76one çok sevinirler ve çok mutlu olurlar. Boreas böylesine mutlulk verici bir haberden sonra, artık o zalim fırtına tanrısı Tayphon’a karşı daha da bir güçlendiğini düşünür. Çünkü bu yeni doğan kız çocuğu onun o zyıflamış olan gücüne yeni bir güç katacaktır. Ve artık kendi emri altındaki o kuzey rüzgarlarının yanında, bir de bu yeni doğan kızın yönetipde bir güzel kontrol ettiği bir güney rüzgarları olacaktır.

Rüzgarların bekçisi Eolo, yeni doğan kız çocuğunun o güzelim saçlarını öylesine övüp, metheder ki; bizim Boreas ve Alkyone hemen o şanslı kız çocuğunu görmek isterler. En çokta o iyi kalpli rüzgar tanrıçası Alkyone meraklanır ve kendisine bir arkadaş geleceği için çok sevinir. Boreas ve Alkyone yanlarında doğum hediyesi olarak bir altın tarak, bir altın makas , bir altın çerçeveli ayna, bir çift altından yapılmış saç tokası, bir çift altın küpe ve güney rüzgarlarını kontrol edip yöneteceği bir altın kolye alarak yola koyulurlar. Önde rüzgarların bekçisi Eolo, hemen ardından da Boreas ve Alkyone olduğu halde bir süre yol alırlar. Epey büyük bir şehrin üzerinde bir tur attıktan sonra adına Shoreditch Park denilen bir parkın üzerine geldiklerinde Eolo hemen varacakları o binayı tarif eder.

Kinder House adındaki o binanın önüne geldiklerinde onların önünde iki seçenek vardır. Ya şimdi olduğu gibi görünmeden o eve girip, yanlarında getirdikleri o güzelim hediyeleri o kız çocuğuna gizlice sunacaklardır; yada bir insan kılığına bürünerek o evi ve o evin annesini bir güzel ziyaret ettikten sonra yanlarındaki hediyeleri ogüzelim kız çocuğuna bir güzel sunacaklardır. Bir süre kendi aralarında görüştükten sonra, bir insan kılığına bürünerek ve bir çocuk dergisi adına sekiz nolu o evin kapısını bir güzel çalarlar. Evin annesi kapıyı açıpta karşısında daha önceden hiç görmediği üç kişiyi görünce biraz şaşırır. O şaşkınlık anında Boreas hemen devreye girerek:”Efendim, öncelikli olarak çıkarmış olduğumuz bir çocuk dergisi adına şuan sizi ziyaret ettiğimizi söylemek isterim. Ve böylesine habersiz geldiğimiz içinde dergimiz adına sizden özür dileriz. Duyduk ki dünyalar kadar güzel bir kız çocuğunuz olmuş. Ve yine derler ki, onun o sapsarı saçları gece karanlığında bile adeta altın gibi öylesine ışıl ışıl parlamaktaymış.Eğer izin verirseniz dergimiz adına o güzel kızınızı götürüp birkaç fotografını çekmek isteriz ve ona yanımızda getirmiş olduğumuz o güzelim hediyeleri sunmak isteriz” diye bir açıklamada bulununca, evin annesi de bu istek karşısında onları içeri kabul eder.

Evin annesini daha fazla ürkütmemek için ve onun gönlünü almak için bir süre onunla sohbet eden bu esrarengiz kişiler; daha sonra evin annesinden izin alarak bitişik odada öylece uyumakta olan o Rüzgar Saçlı Kız’ın yanına girerler. Gerçekten de orada, o rengarenk oyuncaklarla süslenmiş beşiğin içinde adeta bir masal prensesi uyumaktadır. O anda gerek Boreas ve gereksede Alkyone çok mutludurlar ve böylesine güzel, böylesine masalımsı bir kız çocuğunu dünyaya getirdiği içinde o evi annesini bir güzel kutlayıp tebrik ederler. Alkyone o pamuk gibi yumuşak elleriyle orada, o beşikte öylesine uyumakta olan  masal prensesini, o altın rengindeki saçlarına dokunur ve o güzelim saçlarını bir güzel okşar. Alkyone bu hareketiyle de o saçlara daha da bir güç katar ve onları daha da bir ölünsüz kılar.

Boreas ise ynalrında getirmiş oldukları o güzelim hediyeleri evin annesine sunduktan sonra, eğilip o şanslı prensesin kulağına gizemli birşeyler fısıldar. Boreas’ın bu gizem dolu sözlerinde o dünyalar güzeli prensesin artık o güney rüzgarlarının tanrıçası olduğuna dair bir takım işaretler vardır, bir takım şifre dolu mesajlar vardır. Herşey artık yerli yerine oturmuştur ve o anda beşikte uyuyan o kız çocuğu da artık o güney rüzgarlarının yeni kraliçesi, yeni tanrıçası ilan edilmiştir. Ve o kız çocuğu onsekiz yaşına geldiğinde de ; bütün o güney rüzgarlarının kontrolü tamamen ona verilecektir. Ve diğer bir yandan onun o sihir dolu sapsarı saçları her geçen gün daha da bir güölenip uzayarak o rüzgarlara karışacak ve yardım talebinde bulunan insanlara adeta bir kurtarıcı olacaktır. Boreas söz konusu o kız çocuğunu onsekiz yaşına gelene kadar oluşacak bir takım tehlikelerden korunması için o rüzgarlar bekçisi Eolo’yu görevlendirir.  Çünkü o artık bir tanrıçadır ve onu o zalim fırtına tanrısı Thyphon’un o tuzaklarından, o oyunlarından mutlaka korumak gerekmektedir.

Ve artık verilmek istenen mesaj bir güzel verilmiştir ve o kutsal görevde en iyi bir şekilde tamamlanmıştır. Boreas ve Alkyone bizim o sadık rüzgarlar bekçisi Eolo’yu yine görünmez kılıp o evde bıraktıktan sonra oradan ayrılırlar. Boreas kendisine bir yardımcı bulduğu için mutludur, Alkyone ise kendisine bir arkadaş bulduğu için mutludur. Evin annesi de kendisine sunulan o güzelim hediyeleri gördükten sonra hem şaşırdı hemde çok mutlu oldu. Sözde bir dergi adına geldiklerini söyleyen o insanlardan; böylesine anlamlı ve böylesine değerli hediyelerin kendi kızına sunulmasına da hiçbir anlam veremedi. Gerçekten o insanlar bir dergi adına mı  kendisini ziyarete gelmişlerdi, yoksa orta bir sır, bir gizem mi vardı. Böylesine sürpriz bir ziyarette herşey sanki daha da bir bilinmezliğe bürünmüştü ve daha da bir soru yumağına dönmüştü. Ve evin annesinin bütün bunları cevaplayacak ne bir birikimi vardı ne de bir bilgisi vardı.

Büyüyüp özgür bir kız olana kadar ayaklarının üzerinde tek basına durana kadar; bizim o vefakar Eolo’nun yakın koruması altında ve gözetimi altında yaşayacak olan o Rüzgar Saçlı Kız, artık bundan böyle güney rüzgarlarının tanrıçası olarak yoluna devam edecekti. Ve o günden sonra Rüzgar Saçlı Kız’ın gerek o masalımsı güzelliğini duyanlar ve gereksede onun o altın rengindeki sapsarı saçlarını merak edenler; artık birbir Kinder House’un o 8 nolu kapısını çalmaya başladılar. Eskiden hiç kapısı çalınmayan o ev, şimdi insanlarla dolup taşıyordu ve sanki bir çılgınlık hali bütün insanları öylece sarıp sarmalamıştı. Evin dört bir yanı getirmiş oldukarı o güzelim hediyelerle adeta dolup taşmıştı. Ve derler ki; her yeni doğan çocuk kendi kaderiyle, kendi şansıyla ve kendi alın yazısıyla doğarmış. Gerçekten de bu seferde öyle olmuştu ve Kinder House’nin o 8 nolu evinde doğan o dünyalar güzeli kız çocuğuda kendi kaderiyle, kendi şansıyla ve kendi alın yazısıyla bu dünyaya merhaba demişti.

Evin o iyi kalpli annesi büyük bir mutluluk içinde bir yandan o güzel kızını sevip okşarken ve ona niniler söylerken, bir diğer yandan da Boreas ve Alkyone’nin kendisine sunmuş olduğu o altın tarak ile onun o güzelim saçlarını bir güzel tarayıp durmaktaydı. O ilk günler ve haftalar gerçekten de çok güzeldi, çok yoğundu, çok masalımsıydı ve çok heyecan vericiydi. Adeta bir masal gibi geçen o günlerde biricik kızının o ilk banyosu, ona söylemiş o ilk ninni, o ilk şarkı, o ilk hikaye, o ilk masal ve o ilk evden beraberce dışarı çıkış. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları, mevsimler mevsimleri kovaladı ve bizim oRüzgar Saçlı Kız’ımız o ilk doğum gününü en güzel bir şekilde kutladı. Bizim o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ın o ilk doğum gününden hem Boreas’ın ve hemde Alkyone’yi ahberdar eden Eolo; onlarında bu doğum gününe katılamalarını sağladı. O ilk doğum gününde bir çok anı yaşandı, birçok mutluluk yaşandı ve birçok fotograf çekildi. Ve bunu başka doğum günü kutlamaları derken; bizim Rüzgar Saçlı Kız’ımız giderek büyümekteydi. Fakat bir diğer yandan ise onun sihirli iksrle beslenmiş olan o güzelim saçları da sanki daha da bir hızla büyümekteydi ve uzmaktaydı. Ve özellikle de o rüzgarlı havalarda, o fırtınalı günlerde onun o sihirli saçları daha bir hızla büyümekteydi.

Evin annesi bütün bunlara bir anlam veremiyordu. Ve son çare olarak bazen Boreas’ına ilk ziyarette kendisine hediye etmiş olduğu o altın makasla; kızının o güzelim sapsarı saçlarını kesip bir yerde saklıyordu. Kızının okula başladığı o ilk dönemlerde gerek okul arkadaşlarının, gereksede okuldaki öğretmenlerin, onun saçlarındaki o tuhaflığı, o acayipliği görüpte farketmemeleri içinde, yine Boreas’ın kendisine vermiş olduğu o altın tokalarla kızının o güzelim saçlarını sıkı sıkıya bağlıyordu. Rüzgar Saçlı Kız’ın saçlarındaki o sır evin o iyi kalpli annesi tarafından yıllarca saklandı. Evin babasının bile bu işten herhangi bir bilgisi veya herhangi bir haberi dahi yoktu. Hiçkimse bizim Rüzgar Saçlı Kız’ın saçlarındaki o sırrı, o gizemi bilemedi ve duymadı.

Bazı fırtınalı günlerde ve gecelerde Rüzgar Saçlı Kız’ın o sihirli saçları bazen birkaç metre uzadığı bile oluyordu. Rüzgarın çıkardığı o ses; sanki onun o gizem dolu saçlarına bir enerji veriyor gibiydi, bir canlılık veriyor gibiydi ve sanki bir orkestra eşliğinde o güzelim saçlar öylece havalanıp o rüzgarlara karışıyor gibiydi. Bazı geceler bizim Rüzgar Saçlı Kız’ımız kendi yatak odasında bir güzel uyurken ve renkli rüyalara bir güzel dalmışken; onun o sapsarı saçları birden canlanıyor ve açık bulduğu o pencere aralığından dışarıya uzayarak öylece rüzgarlara karışıp dünyanın dört bir yanına dağılıyordu. Ve o anda zalim Thyphon’un çıkarmış olduğu o korkunç fırtınalarda yaşam mücadelesi veren o insanlarda; adeta rüzgarlara karışan o saçlara bir güzel tutunarak hayatta kalabiliyorlardı. Ve bizim o Rüzgar Saçlı Kız’ımızın bütün bu olan bitenlerden haberi dahi olmuyordu ve daha henüz saçlarındaki o gizemi, o gücü kendisi dahi bilmiyordu. Çünkü sabah olup uyandığında onun o sihir dolu saçları yine eski haline dönüyordu. Ve o sadece saçlarının neden öyle hızla uzadığına ve bazı geceler saçlarının neden öyle kirlenip ıslak kaldığına birbirlerine karıştığına bir anlam veremiyordu.

Ve böylece yılla yıları kovaladı. Ve o dünyalar güzeli Rüzgar Saçlı Kız’ımız çok çalışkan bir öğrenci olarak; önüne koymuş olduğu o hedeflere ulaşmak için sınıfları bir bir geçti. Lider özelliklere sahip bir öğrenci olarak okuldaki diğer öğrenci arkadaşları tarafından *adeta parmakla gösteriliyordu. Rüzgarlar bekçişi Eolo tarafından hala koruma altında olan Rüzgar Saçlı Kız’ın tıpkı saçlarında olduğu gibi; bütün bir bedenine de sanki bir sihir, bir ruh ve sonsuz bir enerji üflenmiş gibiydi. Onun bu kadar bilgili olması, bu kadar enerjik olması ve bu kadar sevgi dolu olması gerçektende şaşılacak bir şekilde çevresinde bulunan herkesin dikkatini çekiyordu. Hareketleri, davranışları, saygılı oluşu, yardımseverliği, oturuşu, kalkışı, yemek yeme şekli, seçiciliği, özenli olma hali, şıklığı, giyinişi, temizliğe önem verişi, sadeliğe değer verişi, saç bağlama şekli, gözlerindeki o anlam dolu ifade, yüzündeki o tebessüm hali, yolda yürüyüşü, ders dinleme şekli, hemen kavrama hali, ezber kabiliyeti, konuşmalardaki o hakimiyet, karşısındakini hemen etkileyip kendine hayran bırakması, herkese eşit düzeydeki yaklaşımı ve birçok spor dalındaki başarıları; onun ne kadarda farklı olduğuna dair ve ne kadarda değişik yeteneklere sahip bir kız olduğuna dair bir takım işaretleri yakın çevresindeki o insanlara vermekteydi.

Ve ayrıca Rüzgar Saçlı Kız, okul dışında yapmış olduğu o spor faaliyetlerinde bazen ani bie fırtına çıktığında saçlarındaki o tokalarddan biri o esnada biraz çözülüpgevşediğinde; onun özgür kalan o sihirli saçları bir anda uzayıp dört bir yana savruluyordu. Ortaya çıkan fırtınanın şiddetine göre adetauzayıp kısalan o saçlardaki gizemi görenler öylece şaşırıp kalıyorlardı. O anda kimileri hayal gördüklerini düşünüyorlardı, kimileri bu işte bir tuhaflık var diyordu, kimileri saçlarına kaynak yaptığını düşünüyordu, kimileri de o saçlarda mutlaka bir sır, bir gizm var diye kendi kendilerine fikir yürütüyorlardı. Ve bizim Rüzgar Saçlı Kız’da saçlarındaki o gizemi daha çok kişi görmesin diye hemen saçlarını toplayıp evine dönüyordu.

Ortada çözülmesi gereken bir sorun vardı. Altından yapılmış o taraklar, makaslar, aynalar, küpeler, tokalar, kolyeler ve bazı fırtınalı günlerde öylece uzayıp duran o saçlar. Ve bir diğer yanda ise kendilerini ziyarete gelen ve bütün bu objeleri kendilerine hediye eden o tuhaf görünümlü üç kişi. Evin annesi ile o biricik kızı bütün bu olanlara sağlıklı bir cevap bulamıyorlardı ve bir bilinmezlik içinde öylece bekleşip duruyorlardı. Ve bir doğum gününde evin annesi, o çok sevgili kızına bir bisiklet satın alıp hediye etti. Bisikleti gören Rüzgar Saçlı Kız o heyecan içerisinde kendisini evin dışına attı. Hemen mahalledeki diğer arkadaşlarına haber vererek; onlarla o gizem dolu Shoreditch Park içinde amansız bir bisiklet yarışına girdi. Ve bu amansız yarışı izleyenlerden birisi de bizim o Veysel Babaydı. Uzunca bir süreden beridir ve kapanan Veysel Baba ogün biraz dolaşmak için dışarı çıktığında; bisikletli birkaç kıza rastladı. Kızlar o anda müthiş bir yarış içindeydiler ve en önde o güzelim sapsarı saçları öylece rüzgarda dalgalanan o kızı gördüğünde sanki büyülenmiş gibi öylece donup kaldı. O sarı saçlı kız sanki masallardaki bir prensese benziyordu ve sanki bir rüya aleminden çıkıpta buralara gelmiş gibiydi. Sanki bütün güzellikler bu kızda toplanmış gibiydi.

Veysel Baba, o anda bütün bunları düşünürken o sırada ani bir rüzgar çıkınca Rüzgar Saçlı Kız’ın güzelim saçları yine çözüldü ve rüzgarlara karışarak dört bir yana savruldu. O sarı saçlar rüzgarla birlikte uzadıkça uzadı ve çok kısa bir süre içinde birkaç metreyi buldu. Parkın bir yanında oturan ve heyecanlı bir şekilde kızların o bisiklet yarışını bir güzel izlemekte olan Veysel Baba; en öndeki o kızın o sapsarı saçlarının nasıl olurda bir anda öyle uzadığına ve birkaç metreyi bulduğuna bir anlam veremedi. Ve o anda tıpkı diğerleri gibi hayal gördüğünü düşünüp evine döndü. Adam eve geldiğinde hemen o meşhur fötr şapkasını başından çıkardı ve o anda bir tel sarı saçın gelipte fötr şapkasına bir güzel takılıverdiğini gördü. Ve kendi kendine:”Bu bir tel sarı saç; o güzel kızdan, o masal prensesinden bana bir hatıra olsa gerek.ve bu bir tel sarı saç; belki bana bir mesaj olsa gerek” diyerek o bir tel sarı saçı götürüp en sevdiği o masal kitaplarından birinin o sayfaları arasına koydu. Çünkü masallardaki o prensesler kadar güzel olan o kıza ait o bir tel sarı saçın konulupta, saklanacağı en güzel yer yine o masal kitaplarından biri olmalıydı ve öylede oldu.

Eş Degişim Programı

Derler ki; o aşk dolu şiir bir şaire emanet edildi, o gözyaşı dolu mektup bir sevgiliye emanet edildi, sevgi dolu şarkı bir besteciye emanet edildi, o mutluluk dolu resim bir ressama emanet edildi, o hüzün dolu yaşam bir bile emanet edildi, o umut dolu gelecek bir çocuğa emanet edildi, o hayal dolu yarınlar bir bilinmeze emanet edildi, o gizem dolu hikayeler bir yazara emanet edildi ve o içi para dolu çanta da bizim Veysel Baba’ya emanet edildi.

Veysel Baba, o gecenin sabahında Shoreditch Park’ta karşılaştığı o adamdan içi para dolu çantayı aldıktan sonra güç bela evine gitti. Çantanın içi para doluydu ve o para kendisine emanet edilmişti. Durum her açıdan çok tehlikeliydi ve beraberinde getireceği bir takım sorunlarda onun başını epeyce bir ağrıtacağa benziyordu. Adam bir gece vakti o çok sevdiği Shoreditch Park’tan geçipte evine dönerken; orada, o çalıların arasında öylece yaralı bir şekilde yerde yatan o adama rastlamıştı. Ve ona yardım etmek isterken de kendisini çok tehlikeli bir işin içinde bulmuştu. Oysa ki o, her zaman yaptığı gibi adını kendisinin verdiği o güzelim hayal yolundan geçerek ve o yolda bir takım hayaller kurarak kendi evine varmak istiyordu. Çünkü o yolda hayal kurmayı çok seviyordu ve en güzel hayallerini de gerçekten o yolda kuruyordu. Ama bu sefer onun o güzelim hayallerinin içine yaralı bir adam ile, onun kanser hastası olan o eşi ve kendisine emanet edilmiş olan o kirli para girmişti.

Veysel Baba, herşeye rağmen yine de kendisine emanet edilen o paraya sahip çıkmaya karar verdi. Bir yanda yaralı bir adam, bir yanda onun kanser hastası olan eşi, bir yanda uyuşturucu mafyası, bir yanda polis, bir yanda kanunlar ve yasalar, bir yanda suça ortak olma ve diğer yandan ise kendisine emanet edilen o kirli para. Ve böylesi bir durumda doğru olan neydi acaba? Ne yapmayıydı da ve nası lhareket etmeliydi de o asıl gerçeğe, o asıl doğruya ulaşmalıydı? Ve böylesi durumlarda iyilik neydi, kötülük neydi, sevap neydi, günah neydi; güzellik neydi, çirkinlik neydi ve doğru olan neydi, yanlış olan neydi? Ve doğru olana, yanlış olana kim karar veriyordu veya neye göre, hangi veriye göre karar veriyordu?

O gece içi para dolu çantayla eve gelen Veysel Baba, öylece yattığı o yatakta bütün bunları düşündü ve kendisi için bir çıkar yol aradı. Artık bu yaştan sonra onun o yorgun bedeni daha ağır sorunları kaldıramazdı. Ve o, artık huzur içinde yaşayabileceği bir ortamın arayışı içindeydi. Ve tam da bir karar verme aşamasındayken hiç tanımadığı bir adam, bir gece vakti bir parkın ortasında ona içi para dolu bir çanta emanet etmişti. Derler ki; her yeni şeyde bir hayır vardır, bir sır vardır ve bir bilinmezlik vardır. Ve yarının ne olacağını, nasıl olacağını hiç kimse bilemez. Kaderde ne yazıldıysa o çıkarmış insanın önüne. Ve belki de kendisine emanet edilen o parada bir güzellik vardı, bir iyilik vardı ve gizemli bir işaret vardı.

Bu düşünceler içinde yattığı o yataktan ayağa kalkan adam, hemen içi dolu o çantayı açmaya koyuldu. Kısa bir uğraştan sonra çantayı açan adam karşısında o deste deste paraları görünce çok heyecanlandı. Bir süre çantanın içindeki paralara öylece hareketsiz bakan adam, biraz sonra şaşkınlığı geçince oradaki o paraları saymaya başladı. Çantanın içinde toplamda beş milyon pound vardı ve hepside yepyeniydi. Bu kadar parayı daha önce bir arada hiç görmemiş olan bizim Veysel Baba; o anda çok heyecanlandı ve işin büyüklüğü karşısında da daha da bir korkuya kapıldı. Paranın insana adeta günah işlemeye davet eden o şeytani çekiciliği ve cazibesi o anda, o yaşam yorgunu Veysel Baba’nın da bütün bir bedeninde yankısını bulmuştu. Artık o eski sosyalist kimliğini bir yana bırakarak o varlık yokluk  savaşında kendisini bir bilinmezliğin içine atan o siyaset yorgunu adam; bu paralarla neler yapılmaz ki ve ne tür zevklere dalmazdı ki?

Bir an kendisini bir hayal deryasının içinde bulan o yaşam yorgunu adam; bütün bunların bir hayal olduğunu ve bu paranın hiç tanımadığı bir adam tarafından kendisine emanet edildiğini hatırlayınca hemen gerçek yaşama geri döndü. Adam, kendisine emanet edilen o kirli parayı daha fazla görmemek için çantanın kapağını hemen kapattı. Ve o çantayı götürüp bir yere sakladı. Daha sonra o çantanın veya içindeki o paranın asıl sahipleri hakkında bir takım bilgiler edinebilmek için gidip televizyonu açtı. Haber kanallarını bir bir kontrol etti. Fakat istediği bilgileri elde edemeyincede bu sefer en yakındaki gazete bayiine gitti. Haber ağırlıklı bilgi veren ne kadar gazete varsa satın alıp evine döndü. Olay gecenin çok ilerlemiş bir saatinde yaşandığı için daha tam anlamıyla gazetelerde yer almıyordu. Sadece bir iki gazetede dün geceye dair bir çatışmadan bahsediyordu. Ve içinde yaralılarında olduğu bir uyuşturucu mafyasının bütün elemanlarının polis tarafından yakalanıpta göz altına alındığından bahsediyordu.

İstediği bilgileri yeteri kadar elde edemeyen Veysel Baba; şimdilik beklemenin ve bazı şeyleri zamana bırakmanın daha doğru bir davranış şekli olacağına karar verdi. Çünkü olay daha çok tazeydi ve olayı yaşandığı o bölgede hala polisin denetiminde veya gözetiminde olmalıydı.böylesi durumda yapacağı bir hatanında asla telafisi olmazdı. O anda kendisini bir tehlike çemberinin tam ortasında hisseden bizim Veysel Baba; daha fazla dikkat çekmemek için yine o eski yaşantısını sürdürmeye karar verdi. Fakat onun daha önce kendisine emanet parayı vermiş olan o adama vermiş olduğu bir sözü vardı. Ve verilen o söz gereği de bir an önce o adamın kanser hastası olan o eşine hemen o ellibin poundu ulaştırması gerekiyordu, ama nasıl ve ne şekilde. Çünkü söz konusu o ev şuanda mutlaka polisin gözetimi altında olmalıydı ve polis o eve girip çıkanları da mutlaka takip altına alıyor olmalıydı.

Veysel Baba, kendisine emanet edilen o paradan ikiyüz elli bin poundu bir yana ayırdıktan sonra, paranın diğer kalan kısmını plastik bir torbanın içine koyup bir güzel bantlayıp koruma altına aldıktan sonra; bir gece yarısı götürüp Shoreditch Park’ın bir yerine gömdü. Kendisine emanet edilen o kirli paranın artık güvenli bir yerde olduğunu düşünen Veysel Baba; üzerindeki o korkuyu, o endişeyi biraz daha atmıştı. Çünkü her an o gözaltına alınanlar konuşabilirdi. Ve kendisine o emanet parayı veren o adam her an polise kendi eşgali hakkında bir takım bilgiler verebilirdi. Ve bundan dolayı da şu an yaşamış olduğu o evi bir polis baskınına uğrayabilirdi. Ve böyle bir baswkın anında da kendisine emanet edilmiş olan o paralara da el konulabilirdi. Adam böylesi bir durumla karşılaşmamak için o emanet parayı götürüp o çok sevdiği Shoreditch Park’a gömmüştü. Ve daha sonra o aileye ulaşmak için bir takım planlar yapmaya başladı.

Bir yandan polis tarafından göz altına alınan bir baba, bir çaresiz adam ve bir diğer yanda ise iki güzel kız çocuğuyla öylece ortada kalan ve yakalanmış olduğu o kanser hastalığıyla adeta boğuşup duran bir anne. Ve şimdi o hüzün dolu evde yaşanan o acılar; bütün bu olanlardan sonra daha da bir katlanmış olmalıydı. Ve o evin babasının da yüz kızartıcı bir suçtan dolayı içeri alınması da; o evdeki hüznü ve göz yaşını daha da bir çoğaltmış olmalıydı. Böylesine acıklı ve böylesine dram yüklü bir aile trajedisiyle ilk kez karşılaşan bizim o yorgun savaşçı Veysal Baba; yine o eski günlerine dönmüş gibiydi ve yine o yardımseverlik duygusuyla adeta coşup kabarmaya başlamış gibiydi. Ve adam söz konusu o aileye ulaşabilmek için kendince birçok planlar yaptı. Önce bir postacı kılığına girmeyi düşündü, sonra bir pizzacı, bir çiçekçi, bir temizlikçi, bir tamirci, bir dağıtım elemanı olmayı düşündü. Fakat bütün bunlar hem çok riskliydi hem de çok ama çok tehlikeliydi. O evi telefondan da arayamazdı. Çünkü şuan o evin telefonu mutlaka dinleniyor olmalıydı.

Her türlü seçeneği en ince ayrıntısına kadar düşünen Veysel Baba; en sonunda o bayanla yüzyüze gelmemeye karar verdi. Çünkü böylesi bir durumda yüz yüze geldiklerinde o bayan; gerek kendisi hakkında gerekse de kendi görünüşü hakkında, kendi siması hakkındaki bir takım bilgileri birileriyle paylaşabilirdi. Böylesi bir riski veya tehlikeyi göze almamak için bizim Veysel Baba, bir aracı vasıtasıyla söz konusu o bayanla ilişkiye geçmesinin daha da uygun olacağına karar verdi. Ve hemen o kanser hastası bayanın sık sık kontrole gittiği o hastanenin ismini öğrenmenin yollarını aradı. Ve birkaç günlük uğraş neticesinde de, o kanser hastası bayanın haftada bir kez kontrole gitmiş olduğu o hastanenin ismini öğrendi.

Adam bu yeni bilgiler doğrultusunda önce detaylı bir mektup kaleme aldı, sonra yüzbin poundu bir pakete koyduktan sonra da bir güzel hastanenin yolunu tuttu. Adam hastanenin o kalabalık ortamında bir yolunu bulup içi para dolu o paketi ve o mektubu bir şekilde de olsa o bayana vermek istiyordu. Ve bunu yapmak içinde kendi görüntüsü üzerinde epeyce bir değişiklik yaparak adeta bir başka kimliğe bürünmüştü. Artık bu şekilde söz konusu o bayanın daha sonraki bir zamanda kendisini tanıması veya bilmesi imkansızdı. Adam, bu yeni haliyle bu söz konusu o hastaneye gittiğinde ve kanser hastalarının tedavi edildiği o bölüme vardığında hayatının en büyük süprizlerinden birini daha yaşadı. Çünkü daha birkaç gün önce o bus durağında karşılaştığı o genç bayan orada, hastanenin o bölümünde çalışmaktaydı. Bu son şekliyle kendini tanımadığını farkeden Veysel Baba, bir yolunu bulup kendisini tanıttı ve neden böylesine bir şekle büründüğünü anlattı. Ve yemek saatinde kendisiyle görüşmek için hastanenin hemen karşısındaki restaurantta buluşmak için ondan bir söz aldı.

Sanki gizemli bir el devreye girmiş ve çok tehlikeli olabileceğini düşündüğü bir iş, bu şekilde çözülmüştü. Veysel Baba, o restauranttaki buluşmalarında bütün yaşananları, bütün olan biteni o genç bayana anlattı ve onun yardımına ihtiyaç duyduğunu söyledi. Ve böylesi bir yardım içinde kendisine onbin pound verebileceğini söyleyince o genç bayan böylesi bir teklifi kabul edemeyeceğini, fakat çalıştığı klinikte tedavi olan o bayana o söz konusu o yüzbin poundu mutlaka verebileceğini söyleyince bizim Veysel Baba o anda adeta göz yaşlarına boğuldu. Ve iki iyi yürekli insan, bu iki iyi kalpli insan o gün orada, söz konusu o restaurantta herkese bir kez daha insanlık dersi verdiler ve yok olmaya yüz tutan o manevi değerleri yeniden yeşerttiler.

Veysel Baba, parkta karşılaştığı o çaresiz adama vermiş olduğu o sözü en iyi şekilde yerine getirdiği için ve yüzbin poundu o kanser hastası   bayana ulaştırdığı için şimdi daha bir mutluydu ve daha bir huzurluydu. Ve o mutluluk içinde de yanına elli bin paund alarak bir yerlere gidip kafa dinlemek istedi. O anda çok sevdiği ve çok güvendiği bir işletmeci dostu alkına geldi. İlerleyen o yaşında bile hala gece kulübü işleten Senyör lakaplı bu yaşlı kurt, onun derdine ve istemlerine en iyi bir şekilde çare bulabilirdi. Ve hemde bu sayede çoktandır görmediği o sevgili dostuyla biraz sohbet edebilir, biraz eski günlerini anabilir ve biraz o uyuşturucu mafyasına dair, yeraltı dünyasına dair vede Londra gece alemine dair bir takım bilgiler elde edinebilirdi. Ve ayrıca onun tavsiyesi doğrultusunda uygun bir yerde hem tatil yapabilirdi hemde başını dinlendirebilirdi.

Bu tür konularda epeyce bilgisi olan ve  Londra gece aleminin sayılı birkaç adamından da biri olan Senyör lakaplı dostumuz o çok sevdiği Veysel Babayı görünce çok sevindi. Uzun zamandır görüşmeyen bu iki dost; ogece uzun uzun sohbet ettiler ve o eski günleri yad ettiler. Ve hatta bir keresinde bu iki yakın dost, bir güney amerika turuna dahi niyet etmişler ve bizim Veysel Baba böylesi bir turu organize etmesi için o sevgili dostuna onbin poundu peşin olarak ödemişti. Fakat daha sonra yaşanan bir takım sorunlardan dolayı söz konusu o Latin Amerika turu iptal edilmişti. Halbuki bizi o ulaşılmaz dağların çocuğu olan Veysel Baba; her zaman merak ettiği o gizem dolu İnca şehri Machu Picchu ‘yu  ne kadar da görmek istemişti. Ve hatta imkan bulursa bir gece orada, o gizem dolu şehirde kalarak, bir başına orada uykuya dalmak ve tıpkı çocukluğumdaki gibi gökyüzündeki o yıldızlara bakarak bir takım yeni hayaller kurmayı nede çok istemişti. Acaba Macu Piccu’daki o yıldızlarda tıpkı kendi çocukluğunun geçtiği o küçük dağ köyündeki gibi miydi? Ve o sıcak yaz gecelerinde evin o toprak damında yatarken ve yıldızlara bakarak bir takım hayaller kurarken yaşamış olduğu o mutluluk verici anları, o heyecan verici anları; o gizem dolu Macu Piccu’nun o ulaşılamaz zirvelerinde de yaşayabilecek miydi? Ama olmamıştı işte ve yine ortaya çıkan bir takım sorunlardan dolayı o Latin Amerika turu iptal edilmiş ve onun özellikle de Maccu Piccu’ya dair o hayalleri yine yarım kalmıştı işte.

Veysel Baba, bu son görüşmesinde bir ara Senyör lakaplı dostuna şöyle birkaç haftalığına da olsa Londra dışında bir yerde tatil yapmak istediğini söyledi. Ve ondan kendisine yardımcı olmasını istedi. Adamın çok geniş bir çevresi vardı ve eğlence sektörüne dair de çok geniş ilişkileri, bağlantıları vardı. Uzun yıllar eğlence sektörünün içinde olan ve Londra gece aleminin en  baş aktörlerinden biri olan Senyör lakaplı bu dostumuzun bu aleme dair bilmediği veya tanımadığı hiçbir şey yok gibiydi. Adam, sırf bu özelliklşerinden dolayı adeta bir sır küpü gbiydi, ve böylesine riskli, böylesine tehlikeli ve böylesine sorumluluk gerektiren bir iş aleminde yıllarca ayakta kalabilmek öyle pekte kolay değildi. Ve yine bu alemde başına bir şey gelmeden yoluna devam edebilmekte sanıldığı kadar kolay değildi.

Uzun bir zamandan bu yana kendisini ziyarete gelmeyen sevgili dostunu karşınızda gören Senyör; bu sürpriz ziyarete hem çok sevindi ve hemde birkaç yıl önce ondan almış olduğu o parayı kendisine geri ödemek istedi. Fakat Veysel Baba bu öneriyi kabul etmedi ve ondan sadece şöyle birkaç haftalığınada olsa Londra dışında başını dinleyebileceği bir yerde tatil yapması için kendisine yardımcı olmasını istedi. Sevgili dostunu bu isteğini geri çevirmek istemeyen bizim Senyör lakaplı yaşlı kurt biraz düşündükten sonra, ona söyle bir teklifte bulundu: “Bak sevgili dostum! Seni ne kdar sevipte saydığımı bilirsin. Sana daha önceden verilmiş bir sözüm vardı. Ve bir aksilikten dolayı da o sözümü yerine getirememiştim. Şimdi bir şekilde de olsa o sözümü yerine getirerek sana o borcumu ödemek istiyorum. Ve öyle bir zamanda geldin ki; herşey daha da güzel olacak ve herşey tam da senin istediğin gibi olacak. Çünkü biz önümüzdeki hafta yirmibeş kişilik bir grup halinde önceden planlanmış bir programa katılacağız ve planlanan o yerde iki haftalığına da olsa bir tatil yapacağız. İstersen sende bize katılabilirsin ve orada benim misafirim olabilirsin.”

Veysel Baba böylesine güzel bir teklifi hemen kabul etti ve bir hafta sonra da çok güzel bir sahil kasabası olan Hastings’te her iki taraf bir aray geldi. Gerçekten de çok güzel bir yerdi ve kafa dinlemek içinde en uygun yerdi. Her iki taraf kaldıkları o otele çok güzel yerleştikten sonra; bizim Veysel Baba otelden dışarı çıkıp o sahil beldesini tanımak için uzun uzun yürüyüşler yapıyordu. Bu sahil beldesinin, insanı diinlendiren bir atmosferi vardı ve insanları da çok sıcak kanlıydı. O deniz kenarında tek başına yürümek, o çılgın dalgaları seyretmek, o limandak yatlara, kayıklara ve hatta o devasa gemilere bakmak ve orada balık avlayan o güzel insanların arasına karışmak gerçektende çok ama çok güzeldi. Geceleri bir başına dışsarı çıkıp bütün bir sahil bıyunca uzun yürüyüşler yapmak ve gece gündüz kıyıları düven o dev dalgalar eşliğinde bir takım hayallere dalmakta bir başka güzeldi. Ve öyle görünüyordu ki herşey onun istediği gibiydi ve buradaki atmosfer tam onun aradığı gibiydi.

Veysel Baba, bir başına bu şekilde gezip dolaşırken ve günlerini en iyi bir şekilde geçirmeye çalışırken; bir diğer yanda ise o sevgili dostu ve yanındaki arkadaşları otelin restaurant bölümünde oturup bir dizi toplantılar yapmaktaydılar. İlk birkaç gün bu durumdan pek rahatsız olmayan Veysel Baba; daha sonraki günlerde bu durumdan rahatsızlık duymaya başladı ve neden o toplantılara dahil edilmediğini kendi kendisine sormaya başladı. Bazı geceler otelin barında oturup bir başına içkisini yudumlarken, bir diğer tarafta ise o çok sevgili dostu ile diğer arkadaşları otelin restaurant bölümünde oturup bir güzel eğleniyorlardı.

Veysel Baba bu rahatsız edici durumu o çok sevgili dostuna karar verdiği bir gece vakti onun kalmış oldu onun yatak odasının kapısı çalındı. Gecenin o ilerlemiş saatinde kapıyı açan Veysel Baba; karşısında çok sevgili dostunu  görünce çok sevindi. Kısa bir sohbetten sonra Senyör lakaplı dostu ona :” Bizim programa katılan erkek arkadaşlardan biri,biraz önce bir kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırıldı. Bu programın yarım kalmaması için senin, kalp krizi geçiren o arkadaşımızın yerini alman gerekiyor. Ekip başkanı olarak buraya yedek bir arkadaşı çağırmadığım için epeyce başım ağrıyabilir. Ve işte buraya sana bunları söylemek için geldim. Lütfen beni bu zor durumdan kurtar ve bizim o çok gizli sürdürülen Eş Değişim Programına katıl” şeklinde bir ricada bulundu.

Duydukları karşısında epeyce bir şaşıran Veysel Baba:”  Bu kadar telaş içinde olmana ve bu kadar korkuya kapılmana hiçbir anlam veremedim. Ama gecenin bu vakti madem ki buraya geldin, madem ki benim kapımı çaldın ve benden bir istekte bulundun; o zaman bende iyi bir kalpli dostun olarak senin bu yardım dileğini geri çevirmem söz konusu dahi olamaz. O gönüller sultanıMevlana Jalaluddin-i Rumi bu konuda bizlere şöyle demiştir:”İyi dostu olanın, aynaya ihtiyacı yoktur.”” Sende en iyi ne ise,dostuna ondan ver.””Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz.  Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, dikenle ve çalıyla kaplanır ”” Dosttur, çöp değildir; sakın onu kırma!  “ Sevgili dostum, böylesine mana değeri çok yüksek sözlerden  sonra, seni nasıl kırabilirim ki ve kapıma gelmiş bir dostu nasıl geri çevirebilirim ki. Şimdi söyle bana, sana nası lyardım edebilirim? “ diye sorunca, o çok sevgili dostu da ister istemez ona; söz konusu o eş değişim programı hakkında bir takım önemli bilgileri vermek zorunda kaldı. ve ona dedi ki : “Aslında şu anda yürütmeye çalıştığımız söz konusu bu eş değişim programı hakkındaki bilgileri sana vermemem gerekiyor. Çünkü bu çok gizli yürütülen bir ulusal proje ve ülkemizin geleceğini ilgilendiren bir çalışmayı kapsamakta. Ve bende bu noktadan sonra bu devasa projeye dahil edildim. Yaklaşık yirmi yıldır da bu projenin çok küçük bir bölümünü kapsayan bu eş değişim programı’nın başkanlığını yürütmekteyim. Ve bir dostun olarak senden ricam, sana verdiğim bu bilgileri bir başkasıyla paylaşmaman.”

Veysel Baba, sözü edilen o eş değişim programı hakkında dah öncede bir takım şeyler duymuştu. Ve böyle bir projenin varlığından haberdardı. Ama onun çok daha önce duyduğu o şeyler sadece bir duyundan, bir söylentiden ibaretti. Fakat şimdi o çok sevgili dostu böylesi bir projenin gerçekte var olduğunu ve o projede görev aldığını bizzat kendi ağzından ona söylemişti. Otel odasındaki bu kısa görüşmeden sonra bu iki güzel dost otel asansöründen aşağıya indiler ve otelin barında sohbetlerine devam ettiler. Bütün bu konuşulanlardan sonra; Gizli kalması gereken o bilgiler, o sırlar biribr orada, o barda ortaya dökülmüş ve o iki dost aralarındaki o güven ortamı daha da bir sarsılmaz hale gelmişti. Onlar orada bir yandan içkilerini yudunlarken, bir diğer yandan ise kendileirne ait olan o sırları, o gizemleri veya o bilinmezlikleri artık birbirlerine aşikar ediyorlardı.

Gecenin o ilerlemiş saatinde ve içki kadehlerinin adeta havada tokuştuğu o anlarda bizim o senyör lakaplı dostumuz bazen yirmibeş kişiden oluşan bir ekipten bahsediyordu, bazen onikisi bayan, onikisi erkekten oluşan bir eş değişim programından bahsediyordu, bazen bu programa katılan kadın ve erkek deneklerin her gece kendi aralarındaki eş değişim şeklinden bahsediyordu, bazen bir genom projesinden bahsediyordu, bazen yeraltında inşa edilen çok gizli bir yerden bahsediyordu, bazen bu proje sonunda doğan çocukların orada bir güzel bakıma alındığından bahsediyordu, bazen bir Yeraltı Krallığı’ndan bahsediyordu, bazen oradaki o yaşamdan bahsediyordu, bazen oradaki o yüksek teknolojiden ve labaratuvar ortamından bahsediyordu, bazen tanrının o sonsuz krallığından ve onun o sonsuz gücünden bahsediyordu, bazen bir biyolojik savaştan ve bir kimyasal savaştan bahsediyordu, bazen bütün insanlığı yok edebilecek bir ölümcül virüsten bahsediyordu ve bazen de bir 62. Bölge’den (Area 62) bahsediyordu.o gece bütün sırlar ortaya döküldükten sonra bizim Veysel Baba, söz konusu eş değişim programının bir parçası olmayı kabul etti. Fakat orada büyük bir sorun vardı ve bu geceden itibaren beraber olacağı o kadınalardan herhangi biri; ileriki aylarda hamile kalırsa eğer ve doğacak olan o bebek kendisine benzerse eğer; işte o zaman o Senyör lakaplı dostunun başı daha da ağrıyabilirdi. Çünkü o bir İngiliz değildi ve kadınlara dair, kadınlarla cinsel birlikteliğe dair onun bir takım yeminleri vardı, bir takım sözleri vardı. Ve bütün bunlardan dolayı da artık o şeytani arzunun veya isteğin onun bundan sonraki yaşamında herhangi bir yeri yoktu. Fakat herşeye rağmen bizim Veysel Baba; söz konusu o eş değiştirme programının bir parçası oldu, ama nasıl ve ne şekilde? Cevabı siz değerli okurlara bırakıyorum sevgiler saygılar.